Ağustos sıcağında Atina

Çocukluğumdan beri rüyalarımı süsleyen, “yurtdışında nereyi görmek istersin?” sorusuna hep Yunanistan olarak cevap vermemi sağlayan Atina’ya ilk adımlarımı tren istasyonu içinde atıyorum.

Bende tam anlamıyla bir tutku haline dönüşen bu kentte olmak, aslında egolarımın tatmin edilmesi açısından önemli bir yere sahip. Hayal olarak düşündüğüm imgelerin canlanabileceği düşüncesini de beraberinde getiriyor aynı zamanda.

Atina-Athens (17)

“İnsan düşünebildiği her şeyi gerçekleştirebilir” sözünün yerine oturması Atina ile meydana geldi diyebilirim kısaca.

Yunan halkı Türklere birçok açıdan benzese de haklarına sahip çıkma konusunda biz Türklere göre oldukça kararlı ve inançlılar. Özellikle hükümetin uygulamaları içerisinde beğenmedikleri bir şey ortaya çıktığında halk bir araya gelip ortak tepkiler vermekten çekinmiyor. Hangi düşünceye sahip olursa olsun insanların bir araya gelebilmeleri güzel görüntüleri ortaya çıkarıyor.

Demiryollarının özelleşmesi konusu tartışılmaya başladığından beri de tren vagonları doğal bir sanat galerisi haline dönüşmüş. Dinlenilmediğini iddia edip bu durumdan şikâyet edenler tren vagonlarını sprey boyalarla her gün donatmaya devam ediyor.

Bu tepkilerin yansımaları göz zevkinizi bozmayan güzel manzaraları da beraberinde getiriyor.

Atina’nın metro ulaşımı dünyaca ünlü Pire Limanı, tüm Balkanlar ve Kuzey Yunanistan ile ulaşımı sağlayan tren istasyonu ve Avrupa ve dünya başkentleri ile ulaşımın temelinde yer alan havalimanı ile koordineli bir biçimde düzenlenmiş. Son halini 2004 olimpiyatlarından önce alan metro tüm kentteki ana noktalara ulaşmada oldukça pratik bir çözüm sunuyor.

Yunanistan’da metro bulunan tek şehirde zaten Atina.

Hangi metro istasyonundan yeryüzüne çıkarsanız çıkın mum yakılmayı bekleyen bir kilise ile karşılaşabilirsiniz. Kentte dini değerlere son derece sahip çıkan muhafazakâr bir yapı var.

Türkiye ile en önemli benzerlikler ise sosyal yaşamda görülüyor.

Arkadaşımızın evine giderken geçtiğimiz sokaklarda bir halk pazarına rastlıyoruz. “Karpuzi, karpuzi, karpuuuuziiii!” şeklinde bağıran pazarcılar Türkiye’yi aratmıyor.

Toplanan pazarın ardından yerlerde kalan meyve sebze kalıntıları da aynı ülkemiz!

Sokaklarda hurda araçlara yönelik vergi tasarısını bekleyen terk edilmiş döküntü otomobillere de rastlamak çok doğal.

Türk Dönerinin buradaki adı “Giros”. Yunanistan’da giros yiyen birinin, dünyanın neresine giderse gitsin dönerden tat alamayacağını çok iddialı bir biçimde söyleyebilirim. Gerek sunuş, gerekse iç malzemesi olsun bu kadar lezzetli bir döner yediğimi hatırlamıyorum. (Sakız Adası’nda benzer tadı bulabilirsiniz) Özellikle Sakız Adası’na gidecekler varsa mutlaka giros yesinler.

Atina-Athens (20)

Farklı milletlerden yüzlerce turist sokaklarda dolaşıyor. O kadar önemli ki turizm, pazarlamayı biliyorlar ülkelerini…

Bizim “Babalar gibi satarım” diyenler keşke Yunanistan’ı turizm konusunda örnek alabilse.

Hayalimi süsleyen durağa adım adım yaklaşıyoruz. Parthenon çok yakınımızda.

Büyük bir tepe üzerine kale gibi inşa edilen tapınağa uzaktan bakıyorum. Tüylerim diken diken oluyor. Sıra o tepeye çıkmaya geliyor.
Atina-Athens (27)

Dar, beyaz merdivenler ve eşsiz bir görüntüye sahip bu sokaklarda yürümenin keyfi başka. Tepeye tırmanırken merdivenler üzerindeki evlerin kapıları ve pencereleri bile görsel bir şölen sanki. Burada yaşayanlar oldukça şanslı olmalı.

Ahh Akropolis ahh! Sana geliyorum!

Alexander’ın hediye ettiği “Hellas” tişörtümü giyiyorum. Giriş kapısından sessizce süzüldüğümüz Akropolis’e tırmanmaya devam ediyoruz. Ağustos sıcağı beynimize işlerken, boncuk boncuk terliyoruz.

Büyük turist grupları alanın tarihi hakkında rehberlerinden bilgi alırken, Alexander’da bana bilgi veriyor. Atina’yı 360 derecelik açıyla görebiliyoruz.

Pire Limanı, ilk olimpiyatların yapıldığı yer, şehrin yeni yerleşimi, tarih, tarih ve tarih…

Yunan mimarisinin en büyük eseri olarak kabul edilen Parthenon Tapınağı’nın önüne geliyoruz. Güneşe bakmakta zorlanırken, güneş gözlüklerimi takıp fotoğraf çekilmeye çalışıyorum.

Kalabalıktan fotoğraf çekmek fazla mümkün olmasa da; makinemin bitemeye hazırlanan pilleriyle en iyi görüntüyü almaya odaklanıyoruz.

MÖ 5. Yüzyılda yapılan bu şaheser yapı bir dönem kilise, Osmanlılar zamanında cami ve cephanelik gibi amaçlarla kullanılmış. Venediklerin saldırısıyla havaya uçan yapı büyük zarar görmüş. 1700’lü yıllardan 1950’lere kadar dağınık ve viran halde durduktan sonra restorasyonuna geç de olsa başlanabilmiş.

Ne kadar tahrip edilmiş olsa da bu yapıya bakmak bile tarih sahnelerini gözünüzün önünde yaşamanıza yetiyor.

Hemen tapınağın yanındaki duvarlardan birinin üstüne oturup olabildiğince aşağıya bakıyorum. Bir dönem konserler verilen antik tiyatro şu sıralar koruma altına alınmış.

Şehri doya doya seyrederken Atina’da olup olmadığımı kendi kendime sormaya içimden devam ediyordum.

Hayatımda bir daha gelir miyim dediğim Atina’ya bir yıl sonra tekrar gitme şansı bulduğumda istemenin yapabilmek için yeterli olduğunu bir kez daha anlıyorum.

Leave a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

You might also like