31 kilometrelik uzunluğa ulaşan Amstel nehrinin üzerine kurulan Amsterdam dünyada özgürlük denildiğinde akla gelen ilk şehirler arasında yer alıyor. 12.yüzyılda nüfusu 3 haneleri aşmayan bir balıkçı köyü olarak kurulan Amsterdam, bugün merkez nüfusu 800 bin, çevresiyle beraber 1,5 milyonluk nüfusa ulaşan turizm şehri olarak, dünyada en çok turist çeken beşinci merkez durumunda. Amsterdam gezilecek yerler her yıl milyonlarca ziyaretçiyi ağırlıyor.
Kendine has mimarisiyle, modern kent kimliğini birleştiren, kanal evleri ve en ince detayına kadar korunan tarihiyle kentte zaman tünelinde yolculuğa çıkmak mümkün.
Son dönemde havayolu şirketlerinin birbiri ardına satışa sunduğu cazip kampanyalı uygun fiyatlı uçak biletleri ile hiç aklınızda değilken bir anda rotanızı Amsterdam’a çevirebilirsiniz.
Üç buçuk saat sürüyor
Daha önce kalabalık arkadaş grupları ile keşfetme şansına eriştiğim, özgürlükler şehri Amsterdam’a bu kez gidiş dönüş 200 liralık bir uçak bileti ile bulmuş olmanın sevinci ile heyecanla gidiyorum.
Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan yaklaşık üç buçuk saatlik bir yolculuğun ardından Schipol Havalimanı’na varıyorum. Tek başına seyahat etmenin artıları ve eksileri üzerinde kafa patlatırken havalimanındaki sessizlik ve sakinlik dikkatlerden kaçmıyor. Zira İstanbul’daki yoğunluğun insanı ne kadar yorduğunu farkediyorum.
Uçağın yanaştığı körükten terminale adım atmadan Hollanda polisi Türkiye’den gelen yolcuların pasaportlarına ve vize bilgilerine şöyle bir göz gezdiriyor. Ellerindeki ışıklarla hologramlara bakıp olası bir kaçak durumu baştan önleme derdindeler. Körük çıkışı polisi atlattıktan sonra pasaport işlemlerinin gerçekleştiği ve resmen Hollanda’ya giriş yapmamızı sağlayacak bankonun önüne geliyorum.
Bir önceki gelişimde arkadaşımın Bahreyn giriş çıkışı nedeniyle anlamsız tavırlar sergileyen Hollanda polisi ile yaşadıklarımız nedeniyle “tırstığımdan” otel rezervasyonlarının ve uçak biletimin çıktısını dosya halinde elimde taşıyorum. Sıra bana geliyor. Gençten bir polis pasaportumu gördükten sonra Türkçe olarak “Merhaba” diyerek gülümsetiyor beni. Neden geldiğim sorusuna bir cümlelik kısa bir cevap veriyorum, hemen ardından giriş damgası pasaporta vuruluyor.
Amsterdam merkeze yolculuk
Schipol’den Amsterdam şehir merkezine yolculuk iki şekilde yapılıyor. Belediye otobüsü ya da tren seçenekleri arasında kısa bir kararsızlık yaşadıktan sonra treni tercih ediyorum. Valizimin gelmesini beklerken bankomatlardan tren biletimi alıyorum. (4,5 Euro)
Yarım saatlik bir yolculukla ulaşabilen Amsterdam Merkez Tren İstasyonu (Amsterdam Centraal) nehrin üstüne kazıklarla oturtulmuş ve şehrin en önemli ulaşım merkezi durumunda. Amsterdam’ın diğer Avrupa kentleri ve komşu şehirleriyle olan ulaşımının hemen hemen tüm yükünü burası çekiyor.
Tren istasyonunun hemen önünde tramvay istasyonları bulunuyor. Ayrı ayrı birkaç perondan şehrin önemli bölgelerine tramvay ve belediye otobüsleriyle ulaşım imkanı sağlanıyor.
Tren istasyonundan çıkar çıkmaz toplu ulaşım için kullanacağım süreli kartı almak üzere satış (Amsterdam tramvay şirketi: GVB) ofisine uğruyorum. Tramvay ağının pratik ve işlevselliği nedeniyle süreli ulaşım kartı Amsterdam için ideal seçenek. Zaten şehrin turistik merkezlerinin tamamına yakını yürüme mesafesinde. Bizim büyükşehirlerde yürüdüğümüz mesafeler yanında Amsterdam’daki yerler oldukça kısa kalıyor. Kaldı ki insanlar bu kısa mesafelerde dahi tramvay ve belediye otobüslerini kullanıyor.
Üç günlük sınırsız ulaşım kartımı aldıktan sonra (16,5 Euro) elimde valizimle 5 numaralı tramvaya biniyorum. Daha önceden iki defa konaklayıp memnun kaldığım Quentin Hotel’e doğru yola koyuluyorum. Otel şehrin en turistik meydanlarından biri olan Leidseplein’e çok yakın.
Bisiklet ulaşımı
Dar cadde ve sokaklarıyla otomobil trafiğine çok uygun olmayan Amsterdam yüksek otopark ücretleriyle de adeta otomobilsizliği teşvik ediyor. Şehrin düz ve engebesiz yapısı neredeyse nüfus kadar bisiklet sayısına ulaşılmasını sağlamış. Tüm trafik düzeni önceliği bisiklet ve yaya olmak üzere toplu taşıma mantığına göre planlanmış.
Bisiklet otoparklarının sıkça görüldüğü kentte boş bulunan her alan, kanal kenarı ya da parklar bisikletlerin park edildiği doğal bir park yerine dönüşmüş. Trafik ışıkları motorlu taşıtlar, yayalar ve bisikletlere göre düzenlenirken özellikle karşıdan karşıya geçme planı olan yayaların bisikletlere dikkat etmesinde yarar var.
Otele ulaşıp yerleştikten sonra otelin çok yakınında bulunan Leidseplein Meydanı’na yürüyorum. Atmosferi ve canlılığıyla birçok anıya sahip olan meydan geçtiğimiz ziyaretlerimdeki haliyle göz kırpıyor bana.
Leidseplein
Dam Meydanı’ndan sonra en hareketli ve canlı meydan olan Leidseplein özellikle haftasonları genç, yaşlı, turistle dolan; etrafındaki kafe, bar, coffeeshop ve eğlence mekanlarıyla kentin gece hayatının da merkezi konumunda. Özellikle açık havada performans sergileyen dans grupları, ve müzisyenlerle hemen hemen her gün farklı anlara ve şovlara tanıklık etmek mümkün. Birçok meydanda olduğu gibi burada da pisuarlar özellikle bira içenlerin imdadına yetişiyor. Biraz garipsesek de Amsterdam’ın kendine has meydan pisuarları çevre kirliliği yaratılmasını engelliyor.
Ünlü alışveriş caddesi Leidse Straat da Leidsplein Meydanı’nın yakınında yer alıyor. Sağlı sollu dükkanlarda giyim ve parfümeri başta olmak üzere yeme-içme adına bolca alternatif bulunuyor. Sokaklarda dolaşırken Hollandalı nüfustan çok Avrupa’nın dört bir yanından turistlerle karşılaşırken, çok milletli, sadece İngilizce konuşan bir ülkede bulunma hissine kapılıyor insan.
Bloemenmarkt
Lalenin Orta Asya’da başlayan, Osmanlı ile aşama kaydeden ve Hollanda ile tüm dünyaya marka olan hikayesini Amsterdam’ın en ünlü çiçek pazarı olan Bloemenmarkt’ta görmek gerekiyor. Şehrin en eski kanalı olan Singel’nde dünyanın tek yüzen pazarı olarak tanıtılan Çiçek Pazarı lale ve farklı türdeki çiçeklere evsahipliği yapıyor. Turistik olarak onlarca değişik paket halinde sunulan lale soğanları şehre ziyarete gelen turistlerin büyük ilgisiyle karşılaşıyor.
Yan yana sıralanan çiçekçilerde dolaşırken Türkiye’ye lale götürmek için fiyat analizi yapıyorum.
Yüzlerce çeşit çiçek, çiçek soğanı, kaktüs, fide hatta meyve gibi alternatifli tezgahlar arasında dolaşırken hediyelik eşya dükkanlarından buzdolabı süsü, şemsiye gibi ürünlere de rastlayınca aklım gidiyor. Uçak yolculuklarına uygun paketlenmiş laleleri aldıktan sonra otele uğruyor, hemen ardından şehrin ortasında bir cennet olan Vondelpark’a gidiyorum.
Vondelpark
Adını Hollandalı Şair Joost van den Vondel’dan alan Vondelpark, 47 hektarlık büyüklükte ve 1865 yılında açılmış. Yıllık 10 milyon yerli ve yabancı ziyaretçiyi ağırlayan parkta birbirinden bağımsız göletler, futbol ve spor alanları, koşu, bisiklet ve yürüyüş parkuru ile kafeler yer alıyor.
Doğal yapısıyla ördek ve kuş cinsinden birçok hayvana da evsahipliği yapan park Amsterdam’ın nefes alma merkezi. Soğuk havaya rağmen kahve içerek, derin derin nefes alarak çevreyi izlemeye koyuluyorum. Çocuklu çiftler çocuklarıyla koştururken, bisikletli gruplar, spor yapanlar sürekli bir hareket içerisinde.
Yine özgürlükler şehrinin parçası olarak “esrar” içenlerin de buluştuğu, temiz havayla başka dünyalara seyahat ettikleri Vondelpark Amsterdam’ın kaçış ve dinlence noktası.
Farklı kültürlerden, farklı renklerden, farklı cinsel yönelimlerden, farklı inançlardan insanların bir arada yaşadığı, yasaklarla kavramların cezbedici hale getirilmediği Amsterdam’da bir sonraki gün müzelerde yolculuğa çıkacağım.