İstiklal Caddesi’ni yaklaşık 10–15 defa meydandan Tünel’e ve aynı istikametin tersine doğru arka arkaya tavaf ettikten sonra insanın ayakları ağrımaya başlıyor. Bunu fark ettiğimizde saat gece yarısı 02.00’yi gösteriyordu.
Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nın yapboz oyunlarıyla önce ağaçları sökülen ardından Çin’den getirilen granitlerle aylarca çamura bulandırılan İstiklal Caddesi üzerinde maalesef soluk almak için oturabileceğimiz bir bank benzeri bir şeyde yoktu. Gözüm bir ara Taksim Meydanı çevresindeki demir korkuluklara takıldı. Korkuluklar üzerinde de 5 dakikadan fazla oturmak beden sağlığımız için pek iyi olmuyordu.
Oturacak yer arayışlarımız sürerken kendimizi bir anda Taksim Gezi Parkı’na çıkan merdivenlerde bulduk. Merdiven basamakları arasındaki mesafenin kısalığı oturma pozisyonunda rahatsızlıklara sebep olunca o karanlık parkın içine gidip banklarda dinlenmek farz olmuştu.
Parkın içine gitmeden önce ekip arabasının kimlik sorgusuyla beraber hemşeri muhabbetinin ortasında kaldık. Polislerin uzaklaşmasından sonra boş gördüğümüz ancak diğer oturanlardan da uzak olabilecek bir yeri kendimize seçtik. Yüksek ve tahminimce yaşı büyük ağaçlarla çevrelenmiş yürüyüş yolunun her yanında uygun mesafelerde banklar vardı. Her bir bankta en fazla iki kişi oturmuş etrafı kesiyordu. Bu kesişlerin pek hayra alamet olmadığı da gözlerimizden kaçmadı. Bankta oturup sohbet etmeye çalışırken her an birinin bize yaklaşabileceğinden dolayı korktuğumuzdan sürekli tetikte bekliyorduk.
Geçen bir saatin ardından oturduğumuz bankın çaprazından bir gürültü koptu. Ağaç dalları arasından vuran hafif aydınlatmalar yardımıyla fark edebildiğimiz kadarıyla bir kavga yaşanıyordu.
İstanbul’da ilginç şeyler görmeye alışmaya başlayan ben, fazlada şaşırmadım aslında. Kavganın dozu artmaya başladıkça ve dikkatimizi o yöne verdikçe dayak yiyen kişinin yaşlı bir adam olduğunu fark ettik. Üç genç yaşlı adamı öldüresiye tekme tokat döverken gecenin sessizliğinde her hamlenin gürültüsü yankılanıyordu. Şiddet arttıkça elim ayağım titremeye başladı. 10 dakikada bir geçen ekip arabaları her ne hikmetse ortada yoklardı.
Cep telefonumu çıkartıp polisi arasam mı aramasam mı diye düşünürken; bir kıvılcım fark ettim. Dayak atmakla meşgul gençlerden biri elindeki çakmağı ateşleyip ateşlemez; dayak mağduru yaşlı amca alev topuna dönüştü. Bense tam anlamıyla şoka girdim. Az önce herkesin heyecanla izlediği dayak sahnesi artık bir yangına dönüşmüştü. Adam çığlıklar içinde sağa sola koştururken onu bu hale sokanlar da karanlıkta kayboldu. Artık sokak aralarında karanlığın yardımıyla kayboldular sözünün anlamını daha iyi biliyordum.
Elimde cep telefonuyla ve yanımdaki arkadaşımla beraber birer adım geriye giderken 155 ve 110’u aramak arasında gidip geldim. Panik anında kilitlenmek de böyle bir şey olsa gerek.
Meraklı kalabalık adamın üstüne bir şeyler savurarak adamı söndürünce heyecan biraz da olsa yatıştı. Alev topundan geriye kalan adamın vücuduna yapışmış kumaş parçaları ve yanık kokusuydu.
Daha önce şahit olduğum kaş yarma olayından sonra, gözümün önünde bir adamı yakmışlardı.
Gezi parkından uzaklaştıktan sonra gözümdeki İstanbul ve onu algılama biçimimi bir kez daha sorguladım.
Siz siz olun; yürürken sağınızı solunuzu kontrol etmeyi ihmal etmeyin…