İlkokula giderken Türkiye ve turizm denildiğinde ilk olarak öğrendiğimiz turistik yerlerden biriydi Karain Mağarası. Özellikle mağaranın geçmişi ve mağarada yaşamını sürdürmüş olan canlılardan bahsedilince fazlasıyla heyecanlanırdım. Bu kadar büyük ve onca canlının içerisinde yaşamasına izin veren mağarada yaşam nasıldı?
Termessos’u dağ tepe gezdikten sonra Yeni Zelandalı turisti de aracımıza alarak Termessos’a çok uzak sayılmayacak Karain Mağarası’na doğru yola çıkıyoruz. Hava sıcaklığının gözle görülür bir biçimde etkilerini hissederken aracımızı köy evini andıran Karain Müzesi gişesinin önüne park edip, Karain’de keşfedilen birkaç eserin sergilendiği mini müzeden geçip tepeye tırmanmaya başlıyoruz.
Dar ve dik merdivenler sıcakla birleştiklerinde çekilmez olabiliyorlar ancak keyifli keşif yolculuğumuzun henüz ikinci durağındayız; dolayısıyla durmak ve dinlenmek düşüncesi hiçbirimizde mevcut değil. Zaman zaman merdiven filan da kalmıyor. Bildiğiniz taşlık, daracık rampa.
Tepeden ardımıza baktığımızda yemyeşil tarlalar ve uzaktaki kenti görüyoruz. Güneş tepemizdeyken tırmanmaya devam. Sanırım az kaldı…
Tepeye tırmanıp tellerle çevrili alanı da aştıktan sonra hafif bir serinlik geliyor üzerimize. Ağaçların altından geçerken kara kara kayaları görüyoruz. Burası mağaranın girişi olmalı. Girişte devasa büyüklükte iskeleler kurulmuş. Sanırım restorasyon benzeri bir çalışma yapılıyor.
Yontmataş çağında suaygırı, fil, gergedan gibi hayvanların yaşadığı mağara önemli bir tapınma merkeziymiş. Anadolu tarihinin en eski bulgularına rastlanılan mağara, içerisindeki serin havasıyla önemli bir dinlenme noktası oluyor bizler için. Sarkıt ve dikit tarzı taşlar ile renkten renge giren kayalar ise oldukça farklı bir görüntü sağlıyor gözlerimize. Mağaranın gidebildiğimiz derinliklerine doğru ilerlerken ister istemez korkuyoruz. Değişik aydınlatma biçimleriyle sağlanan bu korku hissi, serinlikle birleştiğinde ilginç bir hal alıyor.
Kazıların sürdüğü mağara Anadolu’da içinde insan yaşamış en büyük mağara olarak tescillenirken, mağarayı ziyaret edenlerin mağarada bıraktığı çöpler mağara zeminini çöplüğe dönüştürmeye başlamış. Mağaranın tarihi M.Ö 160 binli yıllara kadar giderken, mağara 1946 yılında Prof. Dr. İsmail Kılıç Kökten tarafından keşfedilmiş.
Ömer Tuncer’in “İşte Anadolu” adlı kitabının ilk paragraflarında mağara aynen bizlerin hislerindeki gibi şöyle anlatılıyor:
“Tan ışımaya başlamıştı. Ateş nöbetçisi uyukladığı yerde kımıldadı, yandaki çalı yığınından bir dal çekti, ateşi karıştırdı, sonra elindeki dalı ateşin üstüne attı. Keyifli bir çatırtı işitildi, alev parladı. Hiç sönmemesi gereken ateş bir duman salıverdi göğe… Gün ışığı olsa da, ovanın her yerinden görülebilirdi artık.
Mağara Batı Toroslar’da bir yamaçtaydı. Önünde büyük, verimli bir ova. Mağarada yaşayanlar her türlü ihtiyaçlarını bu ovadan sağlayabiliyorlardı. Av boldu. Meyve boldu. Toprak ana bütün gücüyle burada yaşayanları beslemeye çalışıyordu sanki. Ama öyle kolayca yaşadıkları da sanılmamalıydı. Karda, kışta, tipide, fırtınada mağaranın önünde yanmakta olan ateşi hep yanık tutmalıydılar. Bir sönse, yeniden yakmak için kuşaklar boyu uğraşmaları gerekirdi. Yırtıcı hayvanlara karşı kendilerini korumak zorundaydılar. Gerçi toprak ana buna bir önlem almış, yaşadıkları mağarayı öyle kolay tırmanılamayacak bir yamaca koymuştu. Ama hayvanlar yine de çıkabiliyorlardı. Yüksekte olmak, hayvanı uzaktan görmelerini sağlıyor, ona göre önlem almalarına olanak veriyordu. Kendilerini korumak için, sopaların ucuna bağladıkları yontulmuş taştan baltaları; sivriltilmiş kemikten mızrakları vardı.
Hiç sönmemesi gereken ateşin salıverdiği duman, gün ışığında bile onun yerini belli edebiliyordu ama… Bir de ovada onu görebilecek biri olsa… Yalnız bu ovada değil, bu yörede, belki de bu toprak parçasında, Anadolu’da yaşayan başka insan yoktu. Mağarada yaşayanlar bilmiyorlardı ki, insanoğlu Anadolu’ya belki de bu mağaradan yayılacaktı.”
***
Anadolu’ya insanlığın buradan yayılıp yayılmadığı konusunda net bir bilgi yok haliyle. Ancak bu mağaradaki yaşama şahit olmak o yıllarda burada olmak isterdim. Kaç kişi, nasıl, ne şartlarda yaşadı? Oldukça ilgi çekici ve merak uyandırıcı…