Mustang bir zamanlar bağımsız bir krallıkmış. 15. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar Mustang, Himalayalar ve Hindistan arasındaki ticareti kontrol eden stratejik bir bölge olmuş. 18. yüzyılın sonunda Nepal tarafından işgal edilen krallık, 1951’e kadar Nepal içinde özerk bir bölge olarak kalmış. Mustang sakinleri tarafından hala tanınıp saygı gösterilse de buradaki monarşiye Kasım 2008’de Nepal Hükümeti tarafından son verilmiş. ‘Büyük Kral’ unvanlı sonuncu ve gayrimeşru kral 1933 yılında doğmuş olan Jigme Dorje Palbar Bista. Kral soyunun 1380 de Budist Krallığın kurucusu olan Savaşçı Ame Pal’e dayandığı biliniyor.
1951-1960 yılları arasında, Nepal’in sınırlarını açması üzerine, Mustang Krallığı ziyaretçilerini kabul etmiş fakat 1960’tan 1991’e kadar krallık bir kere daha ziyaretçilere kapatılmıştır. 60’lar ve 70’ler boyunca Tibet’in Çin’i işgaline karşı savaşan gerillalara harekât üssü olmuştur. O sıralarda Hindistan’da sürgünde olan Dalai Lama’nın Çinlilere karşı olan harekâtın durdurulmasını istemesi üzerine ise çoğu gerillalar silahlarını bırakmış ve Nepal’e mülteci olarak yerleşmişlerdir. Kimi kalmayı ve ölümle savaşmayı tercih ederken kimi ise vatanlarını terk etmekle ruhani liderlerine itaatsizlik etmek arasında kaldıklarından intihar etmişlerdir.
Bu zor dönemlerde Mustang vadisinin üst kısımları tamamen mühürlenmiş ve dışarıya kapatılmıştır. Mart 1992 yılında Nepal hükümeti ani bir kararla Mustang’ı sınırlı sayıda olmak koşuluyla yabancı ziyaretine açmıştır. Etnik olarak Tibetlilerden oluşan, Çin Kültürel Devrimi’nin tahribatlarına uğramamış, eşsiz bir topoğrafyayı ve sanatsal mirası devralmış, Nepal’in Hindu krallığının içine saklanmış olan Mustang günümüze kadar aykırı kültürünü korumaya devam etmiştir. Mustang ayrıca ‘Tibet sınırları dışındaki Tibet’ olarak da bilinir. Bu özelliklerinden dolayı birçok yabancı gezgini cezbetmeyi başarmıştır.
Bölgedeki misafirhane ve restoran sayısı oldukça kısıtlı. Bu nedenle kamp yapmak çoğu zaman bir zorunluluk haline geliyor. Mustang’de yukarı kısımlara gitmek isteyenler için buradaki kültürü korumak adına bazı zorunlu kurallar var. 10 günlük gezi içinse 500 dolar gibi bir izin ücreti ödemek gerekiyor (Geziler genellikle 10 gün olsa da daha uzun da olabiliyor). Yüksek rüzgarlar, rakım ve soğuk hava gezinin zorlukları arasında. Burada kışın trek yapmak kesinlikle önerilmiyor hatta sıcak aylarda bile bazı insanlar için yorucu olabiliyor. Yaz mevsimi gezinti yapmak için en iyi dönem olarak görülüyor. Mustang’de hayat turizm, hayvancılık ve ticaret etrafında şekilleniyor.
Mustang iki bölgeye ve iklime ayrılmakta: Daha verimli topraklardan oluşan alt kısım ve Tibet sınırı boyunca uzanan üst kısım. Antik yürüyüş parkuru ve ticaret yolu, ziyaretçileri ve yerel halkı dünyanın en derin ve en dik nehir vadisine Kali Gandaki’ye götürür. Kulenin üstünde dünyanın en yüksek dağları uzanır. Bunlar Annapurna (8078 m) ve Dhaulagiri (8172 m) dir. Güney Mustang’in bu kısmı ‘Thak Khola’ diğer bir deyişle ‘Sınır Ülkesinin Vadisi’, olarak adlandırılır ve oldukça verimli mısır, arpa ve buğday tarlalarını içinde barındırmaktadır.
Yerli halkın büyük çoğunluğunu ticaret ve otelcilikle geçinen Thakali etnik grubu oluşturmaktadır. Kalopani köyünü geçtikten sonra kuzeye muhteşem alüvyon ovaları uzanmaktadır. Bu noktadan sonra üst Mustang’in tozlu ve kurak manzarası başlar. Ağaçlar seyrekleşir ve sabahtan geceye kadar kimi zaman 45 deniz mili hızına kadar ulaşan rüzgâr güneyden esmeye başlar. Buralar artık Tibet platosudur.
Üst Mustang bölgesi Güney Asya‘ya özgü bir yağmur şekli olan muson yağmurlarını özellikle dağların engellemesi sonucu almaz. Buna bağlı olarak bölge tüm yıl boyunca ziyaret edilmeye uygun olmakla beraber mayıstan eylüle kadar olan yaz sezonunda ziyarete çok daha elverişlidir. Bu dönem Nepal’in diğer bölgeleri sıcak ve nemliyken burası serindir. Üst Mustang’de kışlar kar yağışları ve hatta toprak kaymaları nedeniyle biraz zorlu geçebilmektedir.
Görkemli zirvelere kurulmuş kayıp bir krallık, Mustang. Tibet sınırındaki Annapurna Bölgesinin hemen kuzeyinde, Tibet kültürünün kendini koruduğu son kalelerden biri. Buraya gidişim internette gördüğüm oldukça etkileyici bir fotoğrafın peşinden koşarken gerçekleşti. Fotoğrafın izini sürdükçe enteresan bilgiler edinmeye başladım.
Hakkında araştırma yapmaya başladığımda neredeyse hiçbir Türkçe bilgi bulunmadığını fark ettim. Bütün kaynaklarda ‘dünyada yaşayan son kültürlerden biri’ olduğu yazıyordu. Bu bilgi benim için yeterli oldu. Her zaman hastası olduğum Himalayalar yine beni çağırıyordu. Uzun zamandır istediğim trekkingi tam yerinde yapacaktım. Yüksek geçitler, derin vadiler beni bu 15. yüzyıl krallığına götürecekti bu sefer. Sonunda karar verilmişti! Bir yıldır hazırlığını yaptığımız Moğolistan seyahatinden tam da bilet alma aşamasında vazgeçip Mustang yolcusu olduk.
Arkadaşımla Nepal biletlerimizi alıp Kathmandu’ya uçtuk. Tiji Festivali nedeniyle oyalanmadan hemen vardığımız gün tur bakmaya çıktık. Üst Mustang tur ücretleri çok yüksek. Sonunda 1300 dolara 12 günlük bir tur ayarladık. Hemen aynı gün bütün izin işlemlerimiz tamamlandı. Ertesi gün Pokhara’ya gitmeye hazırdık artık.
Nihayet hayalimizdeki büyük yolculuğumuza başlıyorduk. Pokhara’dan Jomsom’a gitmek için sabah erken kalkmamız gerekiyordu ama biraz geç kaldık. Geldiğimiz günden beri gece boyunca ve sabahları çantalarımızı bir türlü yerleştiremedik. Sanmayın ki koca koca çantalarla geldik. Küçücük sırt çantası. Haliyle eşyaları sığdıramayınca her dakika boşaltıp yeniden yerleştiriyoruz. Benim durumum daha da vahimdi. Rehberimiz ve Porter’la (eşya taşıyıcı) birlikte taksiyle havaalanına vardık. 10 kişilik kadar küçücük, sevimli bir uçağa biner binmez, içerde kulaklarımızı tıkamak için pamuk dağıttılar.
Biraz garibimize gitti ve güle oynaya yolculuğu tamamlayıp 20 dakika da Jomsom’a geldik. Bütün Mustang bölgesinin idari başkenti olan Jomsom (2743) yüksek zirvelerin ortasında bir kasaba. Burada iç hatlara uçuş yapan küçücük bir hava alanı var. Gördüğüm kadarıyla; askeri bölge, pek çok resmi bina, restoranlar, alışveriş yerleri, keyifli zaman geçirebileceğiniz ve pizza yiyip biranızı yudumlayabileceğiniz yerler var.
Uçaktan indikten sonra bizde heyecan artık doruk noktasındaydı. Kahvaltımızı yaptıktan sonra yollara düştük. Biz yolların tenha olacağını düşünürken hiç de öyle olmadığını gördük. Yürüyüşçüler ve onların rehberleri, taşıyıcıları var. Bazılarıyla on gün boyunca birçok yerde tekrar karşılaştık ve zorlu yolculuğumuzun sıkıntılarını hep birlikte paylaştık.
İlk gün parkurumuz pek zor değildi ama ben ilk günün ilk saatinde nehir yatağını seyrederken düştüm ve bacağım kan revan içinde kaldı. Kali Gandaki Nehri boyunca Himalayalar’ın arasından dört saatlik bir yürüyüşle Kagbeni (2810) Köyü’ne geldik. Yukarı Mustang gezisine giriş, elma bahçelerinin arasına sıkışmış karlı dağlar tarafından çevrelenmiş ilginç bir ortaçağ kasabası Kagbeni’den oluyor. Dağların arasında iki nehrin kesiştiği bir noktada konumlanmış güzel bir köy.
Kagbeni kasabası Mustang’in aşağıda kalan ve sınırlanmamış bölgesindeki son yerleşim yeri ve aynı zamanda eski zamanlarda ticaret konusunda da önemli bir yere sahipmiş. Aşağı Mustang’de etnik Tibetlinin en çok bulunduğu bölgeymiş. Otelimiz nehir kıyısında tam da köprübaşında merkezi bir yerdeydi. Otelin balkonun terasında oturup Dhaulagiri (8172 m) yi seyrederken ne kadar şanslı olduğumu düşündüm. Günümüzün geri kalanını fotoğraf çekerek geçirdik. Büyükler, küçükler hiç kimse fotoğraf çektirmekten hoşlanmıyor. ‘Çaklıt çaklıt!’ diye etrafımı saran çocuklara şeker dağıtayım dedim ama büyükler çocuklardan daha hızlı çıktı. Hem de bir tane ile yetinmeyip çifter çifter alıyorlardı. Şekerden sonra bazıları fotoğraf için izin verdi. Bundan sonraki günlerimde bu yolu izlemeye karar verdim. Benim ilgimi evlerin çatıları çekti.
Çatıları gözle görülür biçimde yassı ve yakacak odunlar ile yükseltilmiş. Rehberimiz Krishna’nın söylediğine göre genelde yaz aylarında toplanan odunlar kışın yakılmak üzere çatılarda bu şekilde depolanırmış. Kasabada 7. yüzyılda yapılmış görülmeye değer Tibete özgü bir Budist manastırı var. Burada elektrikler sık sık ve uzun süreli olarak kesiliyormuş. Zayıf bir solar enerjisi ışığında yazılarımı yazmaya çalışıyorum. Odalarda bu ışık da yok, iyi ki yola çıkarken yanıma fener almışım. Bazı köylerde buna bile hasret kalacağımızı ilk günden bilseydik neler hissederdik acaba. Akşam otelde yemekten sonra oturduğumuz yerden farelerin koşuşturmasını seyrederek halimize gülüyorduk. Maşallah, fareler de aile boyu resmigeçitte.
Sabah, rehberimiz Security ofise giderek izin işlemlerimizi halletti ve sınırlanmış bölge yolculuğumuz resmen başladı. Sınırlanmış bölgeye yürüyebilmek için önceden Kathmandu’dan izin belgesi alınması ve en az iki kişi olarak ziyaret edilmesi gerekiyor. Bize verilen izin kağıdında belirtilen rotayı izlememiz gerekiyor. Bölgedeki politik durum hassaslığını koruduğundan dolayı nadiren de olsa özel kuvvetler polisi size eşlik edebilir. Gezi yapacak olanlar için tüm bu hassas hazırlıklar aslında yolculuğu daha heyecanlı bir hale sokmakta. Lo Monthang’a en iyi seyahat etme yönteminin ata binmek olduğunu söylediler. Buradaki at türü sağlammış ve yüksek rakımlara alışkınmış.
Karlı dağları arkamıza alıp sürekli tırmanarak beş saatlik bir yürüyüşten sonra Chuksang (2980) denen bir köye geldik. Köy elma bahçeleriyle çevrili beyaz badanalı, çatılarında odunları olan kerpiç evlerle çok sevimli bir yer. Kali Gandaki nehrinin kıyısında, müthiş kanyon manzarasına sahip. Bu nehir yatağı dünyanın en derin geçit parçası imiş. Dağlar küçük mağaralarla dolu. Nehre paralel bu rota, özellikle tuz taşınması konusunda, Tibet ve Hindistan arasında önemli bir ticaret yolu olarak görev yapmış.
Rehberimiz üçüncü günkü yürüyüşün çok zor olacağını söyledi. Tabii ki önce kahvaltımızı yaptık. İki haşlanmış yumurta, iki çapati ve çay. Dünyada görülmeyen bir uygulamayı burada yaşamaya başlıyoruz. Kahvaltıda içtiğimiz çayın parasını ödüyoruz. Efendim, sadece yiyecekleri ödüyorlarmış. Bundan sonra ki on iki gün boyunca bu hep böyle oldu. 1300 dolarlık bir tur alıyoruz ve çay paralarını biz ödüyoruz. Krishna “Burası Nepal, fakir ülke.” diyerek bu durumu savunuyor. “Bizim ülkemiz de fakir, dolar çok yüksek, Avrupalı turistler gibi zengin değiliz.” dedik ama işe yaramadı. Sabahın köründe diğer kampçılarla birlikte yola koyulduk.
Zorluk kendini daha ilk dakikalarda gösterdi. Olağanüstü güzel kanyonu geçtik. Manzara nasıl güzel, insanı mest ediyor! Bundan sonrası hep yokuş, çık çık bitmiyor. Dört saatlik bir yürüyüşten sonra Samar’da (3600) öğlen yemeği için mola verdik. Bir saatlik dinlenmeden sonra tekrar yola koyulduk. Bu ikinci yürüyüş diğerine rahmet okutacak zorluktaydı. O kadar çok dağ çıktık ki sayısını hatırlamıyorum. Resmen sürünüyorduk. Rehber ise bize kızıyor, “Yavaş yürüyorsunuz! Geç kalacağız ve oda bulamayacağız!” diyordu. “Oda bulmak bizim problemimiz değil” diyoruz. Halbuki bizden beterleri var. “Allah’ım sen sabır ver!” diye diye sonunda onu da diyemez hale geldim. Arkadaşım ise “Bıraksınlar bizi burada, vahşi hayvanlara yem olmaya razıyım!” demeye başladı.
Halbuki önceki günlerde herkesten önce yürüyerek rehberlik görevi yapıyordu. Bu dağlarda her gün öğlen üzeri berbat bir rüzgar başlıyor. Bu rüzgarlar tozla beraber dayanılmaz oluyor. Rehberimizin söylediğine göre bazen o kadar şiddetli esiyormuş ki insanları aşağı atıyormuş. Yürüyüş rotamız çok derin kanyonlar, yüksek geçitler şeklinde. Sürünmekten görebilsek Annapurna tüm heybetiyle karşımızda. Elimizi uzatsak dokunabilecekmişiz gibi. Manzara süper ama biz görecek durumda değiliz. Yürüyenlerin arasında Amerikalı bir kadın vardı. Kadıncağızın yüzü kıpkırmızı oldu. İki adım atıp oturuyor.
Sonraki saatlerde biz ondan beter olduk. ‘Biz deliyiz, yoksa buralarda ne işimiz var? Sevmediklerimizi buraya trekkinge göndermeli’ diyoruz birbirimize. Biz hangi gündeyiz, hangi tarihteyiz, biz kimiz diyoruz. Dokuz saatlik korkunç bir yürüyüş sonrası toplam dört evden (sözde otel) oluşan Syanboche (3875) kamp yerine geldik. Bizden önce gelenler odaları kapmış. Bize berbat bir oda verdiler. Eğer yer bulamasaydık iki saat uzaklıktaki başka bir köye gidecektik. Yürümemek için neresi olursa yatarız dedik ama oda yatılacak gibi değil Sonunda odayı değiştirip ‘otelin’ tapınağında yer bulduk kendimize. Bir sürü lama fotoğrafı, tuz dolu kaseler, mumlar ve buğdaylarla birlikte yattık. Üç gündür elektrik nedir unuttuk. Makinalarımızın pilleri boşaldı. Himalayaların tepesinde bile elektrik direkleri var ama elektriğin kendisini görmek mümkün değil. Günlerdir aynı elbiseyle uyku tulumuma dalınca da sabah tekrar giyinme derdi olmuyor.
Bu yolculukta aklımda kalan yerlerden biri Ghami Köyü. Yürüyüşümüzün dördüncü gününde vardığımız köyde kısa süreli de olsa elektrikle karşılaşmak bizi şaşırttı ve mutlu etti. Etti etmesine ama belli bir saatte otel sahibi elektriği kapattı. Biz yine pillerimizi şarj edemedik. Bu konuda burası çok garip. Zaten elektrik yok, olduğunda ise sadece yemek yenilen yerde var. Odalar kapkaranlık, fenerimizle her işimizi yapıyoruz.
Bu köyde insanlar özellikle kadınlar çok vahşi. Asla fotoğraf çektirmiyorlar. Bu nedenle fotoğraflar genellikle arkadan çekim oldu. Çocuklara şeker dağıtayım dedim, aman Allah’ım kadınlar hücum etti. Birer tane verdim iki tane istediler. Çocuklar ise çantama yapıştı kendimi zor kurtardım. Şekerlerimi afiyetle yediler ama fotoğraf çektirmediler. Sonrasında sümüklü bir bebeği öptüm az kalsın annesinden dayak yiyecektim. Neden öyle bir tepki verdi anlamadım. Yakın zamana kadar dünyadan izole yaşadıkları içindir sanırım.
Ghemi köyünden sabah yedide çıktık yola. Çıkış o çıkış, 4000 metrede resmen süründük. Yine rehberimiz çok mutsuz, yüzü hep asık, sürekli bize kızıyor. Yüzü gülsün diye memleketten yanımda taşıdığım, kuru meyveleri, cevizleri hep yedirdim. ‘Bu geziden sonra mesleği bırakacağım, size hiçbir şeyi beğendiremiyorum, zaten yürüyemiyorsunuz da!’ demeye başladı. ‘Biz de olumsuzluklar bizim hatamız değil. Madem odalar doluydu neden turu sattınız ve biz her gün 4000 metrelerde yürümüyoruz. Bizim gibi birçok insan var’ cevabını yapıştırıyoruz hemen. Yollar da jeeplerden el sallayanlar var. Kim bilir hangi köyde beraber gecelemişizdir. O kadar çok milletten insan tanıdık ki. Türk olduğumuzu duyduklarında acayip şaşırıyorlar.
Böyle kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde iki Türk kadınla karşılaşmak gerçekten çok şaşırtıcıymış. Yine sabah dört saatlik bir sürünmeden sonra Tsarang (3850) isimli bir köyle geldik. Bu arada otelden oda kapmak için koştura koştura geliyoruz. O kadar çok turist var ki! Otel dediğime bakmayın, çayevleri desek daha doğru olacak. Pisliğin dibine vurmuş durumdayım. Burada gördüklerimi yazarsam sanıyorum bir daha yemek yiyemezsiniz. Tsarang’da insanlar daha güler yüzlü, daha medeni. Hatta bir iki kadının fotoğrafını bile çekebildik.
Öğlenden sonra gidiş dönüş dört saatlik bir yürüyüşle sekizinci yüzyılda yapılmış bir manastıra gittik. Tereyağı lambalarla aydınlatılmış antik duvar resimleri ve Budist heykelleriyle Lo Gekar Manastırı buraya gelenlerin mutlaka ziyaret etmesi gereken bir yer. Kuş yuvası gibi bir yerde konumlanmış. Rehberin anlattığı hikayeye göre daha önce kayaların tepesinde imiş. O kadar tehlikeli bir yerdeymiş ki orada yaşayan rahipler düşüp ölüyorlarmış. Bakmışlar ki bir bir öleceğiz, yeni bir yer arayışına girmişler ve bugünkü yere taşınmışlar.
Bugün bizim taşıyıcımız Hari’nin doğum günü günüymüş. Rehberimiz Krishna onun için elmalı pay yaptırmış, şimdi onu yiyoruz. Yarın sabah 6’da Lo Mantang yollarındayız. Yarın herkesin beklediği Tiji Festivali başlıyor. İnsanlar bu festival için bir yıl önceden tur ayarlamışlar. Bize kalacak yer yok belki çadırda kalacağız.
Sabah gün doğumuyla beraber biz de uyandık. Zaten gece hiç uyumamıştık. Yüksekliğin verdiği yorgunluk ve yattığımız odanın korkunçluğu ile dondurucu soğukta yazlık uyku tulumumuz içinde titreyerek sabahı sabah ettik. Yine de biz daha iyi durumdaymışız. Sabah rehberle konuştuğumuzda onların yorgansız bir yatak bile bulamadıklarını, tahta üzerinde titreyerek sabahladıklarını öğrendik. Her zamanki gibi çay paramızı ödeyerek kahvaltımızı yapıp yollara düştük.
Türkiye’den aldığımız poşet çaylarımız da bitmek üzereydi. Bazen sadece sıcak su alıp kendi çayımızı içiyorduk. Bu arada sıcak suyun fiyatı çay fiyatı ile aynı. Bu gün yol çok kalabalık, her taraf yürüyen turistlerle dolu. Bir kısmını tanıyoruz artık. Yaklaşık dört saatlik bir yürüyüşten sonra günlerdir kavuşmayı beklediğimiz Lo Montang göründü nihayet. Nasıl heyecanlıyız, nasıl mutluyuz anlatamam! Bir süre tepede oturup köyü seyrettik. Teraslı buğday tarlalarını, elma bahçelerini, beyaz badanalı evleri, antik manastırlı köyleri, Annapurna’nın karlı manzarasında Kali Gandaki büyük kanyonunu aşarak geldik. Kolay değil, koca çorak Tibet platosunu baştan sona yürüdük. Rehberimizin dediğine göre Jomson-Lo Mantang arası 80 km imiş.
‘Duvarlı Şehir’ olarak bilinen Lo Krallığının başkentini bir süre daha seyredip sonra tepeden aşağı yorgun ama mutlu şekilde indik. Yolda bizi tozu dumana katmış atlılar karşıladı. Şehre tek giriş kasabanın güneyinde bulunan büyük tahta geçit aracılığıyla yapılabiliyor. Eski zamanlarda bu kapı gün kararmadan önce kapanır ve ancak şafakta açılırmış. Şimdilerde şehir sakinleri kendi kendilerine takip etseler de pratikte bu kural artık geçerli değilmiş. Ne var ki, geçmişte olduğu üzere, kral dışındaki herkes şehir kapısından geçerken atlarından inmek durumundaymış. Bu gelenek şefkat ve merhamet tanrısına (Avalokiteshwara), dua çarkına (Mahne) ve kalenin tanrısına (Jhong Lha) saygı göstergesi olarak sürdürülüyormuş.
Raja ve ailesinin tanrısal soya eşit olduklarına inandıkları için atlarından inmeleri gerekmiyormuş. M.S. 1380 yılında Lo Manthang’ın ilk kralı Ame Pal tarafından kurulan duvarlı şehir Lo Krallığının refah ve zengin kültür mirasının bir kanıtı olarak dimdik ayakta karşımızda duruyor. Bu şehri kuran Kral Ame Pal daha sonra ise 108 ciltlik kutsal Budist yazıtlarını ve aynı zamanda Gompa duvarlarındaki tabloları gümüş ve altından yaptırmış. Bu duvar resimleri günümüzde hala görülebilmekte ama altın ve gümüşten oluşan kitap ise kralın özel şapelinde bulunmakta. Şehrin duvarı etrafında “dzongs” denilen on dört kule var. Bu kuleler eski hükümdarlık sırasında silahlı muhafızlar tarafından şehri haydutlardan korumak amacıyla kullanılıyormuş.
Kapıdan girdiğimizde bizi bambaşka bir kültür karşıladı. Beyaz boyalı kerpiç evler, rengarenk kapı ve pencereleriyle bize “Hoş geldin!” dedi. Hemen önümüzden geçen ark’ta insanlar… Sırasıyla, en baştaki adam ayaklarını yıkıyor, onun hemen alt tarafında iki kadın bulaşık yıkıyor, onun hemen yanında ise ıspanaklarını yıkayan bir kadın. Sanırım burada ayaklar her şeyden önce geliyor. Atalarımız “Akan su kir tutmaz.” demişler. Bu söz tam da burası için söylenmiş gibi. Yürüyüşümüz sırasında kaldığımız köylerde böyle görüntülerle çokça karşılaşmıştık. Rehberimizin otel bulmak için bizi koşturarak yürütmesine rağmen otel bulamadık. Tibetli bir ailenin yanına yerleştik.
Anne baba ve kızından oluşan tatlı bir aile. İyi ki otelde yer bulamamışız dedik. Akşama kadar sobada yemek yapıyorlar. Kızın adı Dikee. Okumuş eğitimli biri ama burada iş olmadığı için sobada yemek yapmakla meşgul. Söylediğine göre resmi olarak sadece kütüphanede iş varmış. Private, ayurvedik, manastır ve hükümet okulu olmak üzere dört okul var. Üniversite için Pokhara’ya gitmeleri gerekiyormuş. Pokhara yolu iki gün sürüyormuş. Bu yıla kadar Jomsom’a sadece yürüyerek ya da atla gidiliyormuş. Bu yıl araba yolu açılmış ama ben yine de trekkingi tercih ederim.
Bugün heyecanla beklediğimiz Tiji Festivalinin açılışı var. Bizim tarafımızdan bilinmese de bütün dünya da merakla beklenen bir yıl önce den rezervasyon yapılan Tiji Festivali. Duvarlarla çevrili binaların içinde, yüzyıllar boyunca her yıl gelişen eski bir Budist töreni. Üç gün süren festival “Bugün var olan saf Tibet kültürlerinden biri” olarak tarif ediliyor. Duvarlarla çevrili binaların içinde, yüzyıllar boyunca her yıl gelişen eski bir Budist töreni. Üç gün süren festival “Bugün var olan saf Tibet kültürlerinden biri” olarak tarif ediliyor. Tenji, genellikle “Dünya barışı için dua eden” anlamına gelen Tempa Chhirim’in kısaltması olarak “Tiji” veya “Tenji” şeklinde telaffuz edilir.
Festival, dayandığı efsaneye göre, insan yiyen, kuraklık ve fırtına yaratan, hayvanları ve evleri yok eden şeytan Ma Tam Ru Ta için yapılır. Rahipler üç gün boyunca dans gösterilerinde bulunurlar ve şeytanın oğlunun doğuşunu, İblisin oğlu Dhorje Shonnu’un babasına karşı amansız bir savaşa tutuşmasını, Buda’nın ülkesine dönüşünü canlandırırlar. Buda’nın dünyaya yeniden gelişinin zaferi kutlanır. Tiji, kötü üzerinde iyinin zaferini kutlayan bir bahar, bir yenilenme festivalidir. Festival boyunca efsane yeniden canlandırılır. Çevre köylerden gelen yerli halkın yanı sıra fotoğraf çeken çok sayıda turist var. Alan tam bir renk cümbüşü, her milletten her renkten insan var. Alandaki ritüel çok görkemli. Rengarenk giysili ve maskeli rahiplerin dansı görülmeye değer. Öğlenden sonra çıkan rüzgar yine meydanı toz duman için de bıraktı. Fotoğraf çekmek çok zor. Bu arada rahatça fotoğraf çekmek için “Danışma”dan hatırı sayılır bir ücret karşılığında kendime kart aldım.
Sabah erkenden kalkıp arkadaşım ile köyü dolaşalım dedik. Köyü dolaşırken duvarın dışına çıkıp dolaşırsanız öyle istediğiniz yerden giremezsiniz. Duvarların içi labirent gibi. Kireçli balçık evler aynı renk duvarlarla çevrelenmiş. Sokaklar ve meydanlar Budistlerin dua tekerlekleri ve Stupasları ile dolu ve bunlar sanki oraya ait doğal bir parçaymışçasına duruyorlar. Lo-Manthang’ın kültürünün halkının dini inanışları doğrultusunda kökleştiğini söylediler. Gördüğüm kadarıyla kasabada çok sayıda Chorten, Mani duvarları ve Manastır var. Halkı genel olarak Tibet Budistleri. Şehrin içinde her taraf hediyelik eşya dükkanlarıyla dolu. Turizm kendini yavaştan yavaştan göstermeye başlamış.
Sabahtan itibaren çevre köylerden insanlar gelmeye başladı. Herkes sırtında bir şeyler getirdi. Kimi koli koli bisküvi, kimi odun… Bazı kadınlar geleneksel giysileriyle geldi. Fotoğraf için yine izin vermediler. Ben daha önce Dharamsala’da böyle bir törene denk gelmiştim. Sonrasında ise Ladakh Festivali kapsamında izlemiştim. Ama sadece bir gün sürmüş ve festival iptal olmuştu. Bugün monkların dansları müthişti. Akşama kadar süren maskeli dansçılarla kötü ruhları hep beraber kovduk. Ben de aklımdakini söyleyerek dansçılara dokundum.
Bugün bir sürprizle karşılaştık. Törene Mustang Kralı katıldı. Oldukça yaşlı kralın kollarına girerek şarkılarla, oyunlarla tören alanına getirdiler. Oturduğu Royal Palace’sı bir görseniz her tarafı dökülüyor. Bina yıkıldı yıkılacak gibi. Dört katlı, kireçle boyanmış ve şehrin merkezinde bulunan Monkhar adlı bu palas inanışa göre 14. yüzyılın başlarında ilk kral Ame Pal tarafından yapılmış. Meydanda dans eden rahiplerin kostümleri ile maskeleri bu sarayın avlusunda saklanıyor ve rahipler orada hazırlanarak meydana geliyorlar.
Akşamları Tibet evimizde keyfimize diyecek yok. Sobanın başına oturup onların yemek yapmalarını seyredip hem de ısınıyoruz. Akşamları inanılmaz soğuk. Evin babası sabahları tütsü yapıp odaları dolaşıyor. Annemizin sabah ilk işi çeşme başında çamaşırları yıkamak oluyor. Çamaşırdan sonra bulaşık yıkama faslı başlıyor. Çeşme başları burada herkesin sohbet ettiği sosyal bir alan. Çamaşır yıkayan, bulaşık yıkayan, diş fırçalayıp saç yıkayan insanlar gülüp söyleyerek işlerini zevkle yapıyorlar. Annemizin bir diğer işi ise her gün yayıkta tok tok sesleriyle yağ yapmak. Bütün bu işlerini bitirdikten sonra oturup teşi ile yün eğiriyor.
Sobanın başında otururken Dikee bize Tibet çayı ya da süt ikram ediyor. Biz de ailemize yanımız da getirdiğimiz Türk kahvesinden ikram ettik. Dumanlı bu evde oturup Tibet öküzünün tereyağlı ve tuzlu çayını tadarken yüzyıllardır var olan Tibet yaşam tarzına geri gittiğimizi hissetmek “İşte huzur bu!” dedirtti bize. Yarın buradaki son günümüz aynı zamanda Tiji’nin de son günü. Atla bir gün süren Tibet sınırındaki mağara manastırını görmek bir başka bahara kalacak.
Son günümüzde Festival başlayana kadar duvarların içini dolaşıp fotoğraf çektim. Ne kadar çok yaşlı insan var, sırtlarında sepetlerle habire bir şeyler taşıyorlar. Hediyelik eşya bakayım dedim ve bir dükkana girdim. Dükkan sahibinden bu yöreye ait bir müzik CD’si istedim. Adam bende yok abimden getireyim dedi ve gitti. Epey bir zaman sonra elinde bir çalgı aletiyle geldi. “CD”den anladığı buymuş meğer. Ne istediğimi anlatmaya çalıştım ama anlatamadım. O arada çok eski bir thankas gördüm ve fiyatını sordum. “Bunu dedemin babası büyük manastırda yapmış, o nedenle fiyatı 250 dolar.” Oldukça değerli olduğu her halinden belli ama parası çok. Bunu söyledim, sen ne kadar verirsen ver dedi. Ben de “Bu çok değerli fiyat biçemem.” dedim.
Adam o zaman ayağındaki ayakkabıları ver değişelim dedi. “Ben de güldüm ve bunları sana verirsem yalınayak kalırım.” dedim. Sonrasında acaba değiştirse miydim diye düşünmeden edemedim. Başka bir dükkan da ise buzdolabı magneti sorduğumda adam ağzını açıp öylece baktı bana. Adamlarda elektrik yok ki buzdolabı olsun da sonra da magnet satsınlar. Dükkanları dolaştıktan sonra festival alanına geldim. Rahipler renkli giysi ve maskeleriyle gelip dansa başladılar. Bu günkü danslar diğer günlerden farklıydı. Danslar bitince büyük bir kortejle rahipler önde biz arkada dualarla ara sokaklardan geçerek duvarların dışına çıktık.
Kortejin önünde aylar öncesinden hazırlanmış ve kraliyet sarayında bir odada saklanan idoller yerel giysili halk tarafından taşınıyor. Baş dansçı Lama (Tsowo) çalgıların eşliğinde döne döne dans ederek bu idollerden birini toprağa attı. O atarken aynı anda silahlar patlatıldı. Aynı durum diğer idoller içinde yapıldı. Sonun da şeytanı elbirliğiyle kovmuştuk. Bu sefer aynı kalabalık tekrar aynı yolları yürüyerek meydana döndük. Yürürken baş dansçı Lama o kadar inanılmazdı ki! Sanki gerçek Dorje Jhonnu’du.
Böyle bir olayı ilk defa yaşıyordum ve resmen tutuldum. Dün akşam tanışıp sohbet ettiğim ve Türk olduğumu söylediğimde şaşıran, herkes gibi bir adam nasıl bu hale gelir inanamadım. Adam adeta tanrılaştı, herkes dokunmak için yarışıyor. Fotoğrafçılar adamın fotoğrafını çekmek için neredeyse birbirini ezecekti. Meydana döndüğümüzde kısa bir danstan sonra tanrı-adama şans fuları takmak ve dokunmak için uzunca bir kuyruk oluştu. O kadar fular takıldı ki adam artık görünmüyordu.
O gün akşam Phontsok Khyentse (baş dansçı)’in yolunu manastırın kapısında çok bekledim ama gelmedi. Ertesi sabah yola çıkmadan önce yine çeşme başında oturup tekrar bekledim ve bu kez geldi. Turkey Turkey diyerek yanımıza yaklaştı. Aklımda biriktirdiğim onca söz uçup gitti ve dudaklarımdan sadece “amazing amazing” kelimeleri döküldü. Bir de teşekkür edebildim sadece. Benim hipnoz durumum hala devam ediyormuş!
Üst bölge “ölü bir geyik kadar verimsiz” olarak tasvir edilse de burada yürümek oldukça zevkli. Yol boyunca görebileceğiniz kasabalar oldukça değişik ve güzeller. Antik manastırları ve mağaraları, dünyadan izole olmuş halkı ve doğası olağanüstü. Ghemi, Tangbe, Samar ve Tsarang gibi yerleşim yerlerinde Gompas, stupas ve diğer kutsal yerler insana huzur veriyor. Fakat bu ruhsal yolculuğu tamamlamak için Lo Monthang’daki üç tapınağı mutlaka görmelisiniz.
Bu üç Gompa’dan en eskisi Jhampa Gompa. MS. 1387 yılında ünlü kral Anguin Sangbo zamanında inşa edilmiş ve Tibet’in Lhasa şehrinde hala varolan Ghangste Jhampa Gompa’nın birebir aynısı olduğuna inanılmaktadır. Biz gittiğimizde içeride restore çalışmaları vardı. Thupchen ise ikinci en eski Gompa. 3. Mustang kralı Tashi Gon tarafından 15. yüzyılda inşa edilen Thubchen Gompa’nın büyük salonlarındaki sütunların 30 ft yüksekliğinde olduğu ve parlak duvar resimlerinin ise son dönemde Batıdan ve Nepal’den gelen uzman ve sanatçılar tarafından restore edildiğini söylediler. Üçüncü eski Gompa ise Chhode Manastırı.
Duvarlı şehrin içinde yaşayanların kendine has bir kast sistemleri var. Üst kasta ait olanlar şehrin içinde, demirci, kasap, müzisyen gibi insanlar da doğuya akan Lo Manthang nehrinin yakınındaki yerleşim alanlarında yaşıyorlarmış.
Mustang’da, Eski bir Tibet geleneğine göre bir kadın, aynı anda birkaç kardeşle evlenebiliyor. Verimli topraklar az olduğu için her bir kardeş farklı kadınla evlenip mirası bölmektense aynı kadınla evlenip mirası korumuş oluyorlar. Bu kocalılık geleneği hakkında uzun yıllar önce bir yazı okumuştum ve hoşuma gitmişti. “Erkekler dört kadınla evlenebiliyor da kadınlar neden evlenmesin? Helal olsun Tibet kadınlarına!” demiştim. Bu kocalılık durumunun nedenini yeni öğrenmiş oldum.
Su yaşamdır sözü burada anlam kazanıyor gerçekten. Kathmandu’da 15 rupi olan bir şişe su burada 150 rupi. (1 dolar 90 rupi) Bu çorak topraklarda su yok. Benim memleketimde HES diye tutturanları oraya göndermeli ve suyun ne kadar değerli olduğunu anlamalarını sağlamalı.
Bu bölgedeki evlerin bütün kapıları çok kısa ve üzerlerinde geçerken “başınıza dikkat edin” yazıyor. Ben her seferinde yazıyı görmeme rağmen yine kafamı vurdum.
Eğer Budist sanatıyla ve kültürüyle ilgileniyorsanız ve Himalaya tarihinde bir gezintiye çıkmak istiyorsanız Mustang bunun için mükemmel bir yer. Bir tarafınızda Tibet platoları ve diğer tarafta saçınızı savuran rüzgar ile hayatınızın gezisini yapabilirsiniz. Kısacası, Mustang gezginler için ruhani ve büyüleyici bir yer olmaya devam edecektir. (Yazar: Hacer Aydın)