Bir kez daha, belki son kez; yine aynı yerden seyrediyorum dışarıyı.
2 yıl geçmiş üzerinden ilk geldiğim günden beri. Birçok şey yaşandı, birçok şey öğrenildi, görüldü her seferinde…
Sabahın 6’sında kalkmak zorunda olduğum günlerde ya da başkalarını kaldırmak… Tüm gecenin uykusuzluğuna ya da yeşil, turuncu armutlarda sızmışlığıma rağmen bazen de hiç tanımadığım üçüncü şahısların bedenlerini hissettiğim yerdi orası. Tüm yorgunluğa rağmen bazen tek saatlik uykuyla dinamik kalktığım bazen ise keyif uykusuna güzelce daldığım…
Aile yaşantısından kaçıp soluklandığım yerdi belki de. Yazın yoğun sıcağında ya da kışın deli soğuğunda bozulan kombinin ya da kesik suyun sıkıntısı bile hissedilmiyordu olumsuz. Her türlü olumsuzluk bir biçimde neşeli sona eriyordu. Çaydanlıkta kaynattığımız suyla yıkandığımız ya da evi basan böceklerle mücadele için çığlık çığlığa sağa sola koşuşturduğumuz…
Gelip geçici komşuluklarla insanların şekilden şekle nasıl girebildiğini öğrendiğim yerdi burası.
Dönemsel arkadaşlıkları burada tanıdım. Bazen Seçil, bazen David, bazen Asya, bazı zamanlar ise Ercan…
Tek değişmeyen ev sahibiydi. O da değişmemeliydi.
Eski İstanbullu teyzelerin dilinden damlayan sözlere rağmen “sahte” kokusu akıyordu her şeyden biraz. Doğal olan tek şey sokak yaşantısıydı. Deniz’di, camcıydı ya da alkolik bir şarapçı, bir travesti ya da 3 çocuğunu okula götüren Kürt karısıydı bazen de ayaküstü sohbetlerle dedikodu yaptığımız, ara sıra paraya sıkışınca borç aldığımız bakkal…
Bazen de Kürt karısının kaşında patlayan bir soda şişesiydi en yeşilinden. Ardından kopan çığlık kıyameti penceren izlemenin keyfi de başkaydı. Tarlabaşı’ydı burası, evet!
Deniz’in gece yarısı inlemelerinde gizliydi orada yaşamın yüzü. Ettiği her küfrün arkasında kim bilir ne acılar vardı. Sokaktaki kedileri kucağına alıp okşamalarında kaç farklı geçmişin izleri taşınıyordu. Kaçışın ya da sona yaklaşımın göstergesiydi belki de.
Dört duvar arasında başka bir oda yoktu. Tek bir odada ne kadar samimi olunabilirdi ki? Deli gibi çığlıklar atılarak başlanılan çılgın temizlik her seferinde kahkahalarla kesiliyordu.
Gece yarısı acıkmaları ise başka türden. Biraz kokoreç, genellikle ıslak hamburger ya da paramız varsa kaşarlı döner. Karnımızı doyurmanın keyifli yanıydı.
Hiç olmadığı zaman tanzim marketten alınan bir parça dondurulmuş et, fırından alınan sıcak ekmekle birleştiriliyordu. Onun keyfide birliktelikten geliyordu. Yoksa tek başına yemenin ne anlamı var?
Çok eserse sıcak bir şehriye çorbası lapa gibi görünümüyle…
Çok kişi ağırladı o ev. Giren çıkan belli değil tabirden. Çok giren çıkan oldu ama çok dostluk kurulamadı. Az dost, çok insan vardı çevrede. Belki de ortak zevkler, amaçlar uğruna bir araya gelinen zamanlardı bizleri mutlu eden. Yok yok, mutlu olduğumuz anlar anıları yâd ettiğimiz, nasıl zor durumlara düştüğümüzü konuştuğumuz anlardı. Gecenin bir saatinde birbirimizin sırtına masaj yapmaya çalıştığımız ancak masajın genellikle bana kaktırıldığı günlerdi.
Duvarların dili olsa da konuşsa derken aynı zamanda her gelene içimizden keşke çağırmasaydık derdik. Sabahın ilk ışıklarına kadar süren günün sonunda, kolumuza taktığımız fos çıkınca yine birbirimize kızardık. Sonra da gülerdik. Güzeldi ama…
Bilgisayar ekranına dönük beden, odaya doğru döndüğünde kaç defa şok yaşamıştı. O şoklar da gülüp geçiliyordu artık. Geriye baktığımızda çok şey yaşanmıştı. Gümüşsuyu yokuşundan Taksim’e, Taksim’den meydandaki çiçekçilere oradan da Tarlabaşı’ndan çöp konteynırlı Pelesenk Sokağa… Pelesenk Sokak’tan usulca indikten sonra Cevza Sokağı’nın köşesine…
Köşeden yeşil cumbalara bakıp usulca kıvrılmış tek yastıkla dengede tutulan açık tek kanat pencereyi gözlemlemek. Buraya dair en açık gösterge. Kimi zaman ben, kimi zaman ev sahibi rolleri değiştirir bu pencereden dışarıya bakar birbirimizi görünce el sallardık. Eve girdiğim ilk anda cumbaya geçip dışarıyı gözetlemek kendime biçtiğim roldü.
Beni pencerede gördüğünde yüzü gülümser, takılırdı. Geldi mahallenin muhtarı derdi.
O kadar içselleştirdim, o kadar benimsedim ki evin bana ait anahtarları olduğu gün kendimden geçmiştim.
İstanbul’a indiğim ilk andan itibaren gideceğim en güvenli ve huzur bulduğum adres oldu. Kapıyı kendi anahtarımla açmanın zevki tarif edilemez.
Ya şimdi?
Her şeyin, her yaşanmışlığın bir sonu vardır ya.
Bitiyor. Ev yerinde duruyor, yaşanmışlıklarda ama ev sahibi çıkacak, ayrılacak o evden. Onca anıya, onca yaşanmışlığa, onca lafıma rağmen. Duvarların dili olsa da konuşsa; ama sadece bize konuşsa.
Orası Tarlabaşı’ydı. Gitme ne olur?!