Sakız Adası’nda ilk gün…

Pasaport kontrolündeki azaptan sonra adaya nihayet girebilmiştik. Elimde içi dağıtılmış ve her şeyine dokunulmuş bavul, sırtımda sırt çantam ve yanımda Yunan vatandaşı arkadaşım Alexander’la limandan adanın içerisine doğru yürümeye başladık.

Bu benim yurtdışına ilk çıkışım değildi, ancak Yunanistan’ın hayalimdeki ülke olması sebebiyle heyecanım çok fazlaydı. Deniz kıyısında uzanan caddede ilerlerken tüm dükkânların üzerindeki Yunan alfabesiyle yazılmış isimlere dikkatle bakıyordum. Kendimi gerçekten Yunanistan’da olmaya ikna edebilmek amacıyla çevredeki her noktayı dikkatlice izliyordum.

Yüklerimizle beraber arkadaşım Alexander’ın daha önceden kiraladığı eve doğru yürümeye devam ettik. Eski yeşil Mercedes belediye otobüslerin ilk durağı olan aktarma merkezinin önünden geçerken adadaki ulaşımla ilgili bilgileri de almaya çalışıyordum. Toplamda 904 km² alana ve yaklaşık 55,000 nüfusa sahip olan Sakız Adası yazları Yunanistan’ın çok farklı bölgelerinden akın akın gelen turistlerle doluyormuş. Yunanistan adaları içerisinde turizmden en az pay alan adalardan biriymiş. Çünkü ada halkı geçimini genellikle “mastika” dedikleri sakızdan sağladıkları için tarımdan turizme vakit bulamıyorlarmış. Ayrıca Yunan hükümeti bu önemli üründen vazgeçilmemesi için bilinçli olarak turizmi kontrol altında tutuyormuş. Halk tarafından yeni yeni geliştirilmeye çalışılan turizmde Türkiye’nin önemi büyük. En yakın Türk toprağı İzmir’in Çeşme ilçesi sadece deniz yoluyla yarım saat uzaklıkta. Durum böyle olunca Türk turistleri çekmenin yolları da aranmaya başlamış.

Ada Kristof Kolomb’u Amerika seferi öncesinde ağırlamış ve ona harita desteği sağlamış. O dönemde denizcilik ve gemicilik alanında adanın dünyaya katkıları gerçekten önemliymiş.

Benzerlerine Çeşme’de rastladığımız içinde cumbalı beyaz taş evlerin olduğu dar sokakların birebir aynılarıyla Sakız’da karşılaşıyoruz. Alex’in evine giderken adanın meydanında duraklıyoruz. Meydanın bir tarafında Yunan ve Amerikan bankaları bir diğer tarafta otobüs durakları ile belediye binası. Arka tarafta ağaçlık bir alan her iki taraftan yukarıya, eğime doğru çıkan asfalt yollar. Küçücük adada bu kadar trafik olur mu? Ciddi anlamda şaşırıyorum. Her yer araba dolu. Yaz mevsiminin etkisini görmek mümkün.

Büfeden 5 Avro’ya aldığım arama kartıyla Türkiye’ye ilk çağrım. Telefona annem çıkıyor. “Yunanistan’dan sevgiler. Anne Yunanistan’dayım.” Bir anneden duyulacak klasik sözler geliyor. “Oğlum kendine iyi bak, dikkat et. Paranı dikkatli kullan, sahip çık.” Oğlunun zarar görmesini istemiyor. Bir yandan da gururlanıyor aslında eminim buna. Geride bıraktığı 50 yılda yurtdışına hiç çıkmadı. Ama oğlu 18 yaşında kaçıncı yabancı ülkeyi geziyordu. Kendi imkânlarıyla zorlayıp yarattığıyla…

Telefonu kapatıyorum. 20 dakikaya yakın görüşme hakkım daha varmış. Zamanı geldiğinde ararım diyerek meydandan yukarıya çıkıyoruz. Yunan Ulusal Bankası ve Yunan Telekom’u geçtikten sonra karşımıza ilk çıkan sokaktan sola kıvrılıyoruz. Yazlık kasabalar gibi az katlı binalar, sessiz sokaklar bazı yerlerde çöp yığınları.

Girdiğimiz sokağın sonuna doğru bu kez sağa dönüyoruz yeni bir sokak gibi bir şey. Yer beyaz betonla kaplı, demir elektrik direkleri pas tutmuş ve pasları betona doğru karışmış. Betonun ortası suyun kolayca akması için kavisli bırakılmış. Sağlı sollu cumbalı evlerle o kadar dar ki; buraya bir araba giremez bile. Sokağın çıkışına doğru akan su da cabası. Evlerin küçük balkonları birbirine değiyor. Sıcaktan dolayı giriş kapıları açık tutulmuş geçerken kendinizi her evin içinde bulabilirsiniz. Demir kapılı bir yerden giriyoruz. Büyükçe bir avlu var 2–3 farklı evin girişi buradan sağlanıyor. Yine yangın merdiveni benzeri bir demir merdivenle yukarı çıkıyoruz. Alex’in bir mutfak bir banyo ve tek odadan oluşan evindeyiz.

Bavulları bir kenarıya bırakıp yerleşmeye çalışıyorum. Elimi yüzümü az akan suyla yıkamaya çalışırken klasik bir ada, yazlık mekân sorunu olan su sorununu fark ediyorum. Tuzla karışık şebeke suyu beni rahatsız ediyor. Dışarı çıkıp büfeden su alıyoruz. En büyüğü 1,5 litrelik şişelerde satılmak üzere içme suları hem pahalı hem de sizlere Türkiye’de ki o güzel suların tadını veremiyor. Yutkuna yutkuna içmek istediğim su içindeki kirece benzeyen bir tat yüzünden eziyete dönüşüyor. Verdiğim paraya acıyorum.

Yerleşmemizi tamamlıyoruz. Bavulları boşalttık. Artık karnımızı doyurmak üzere dışarı çıkabiliriz Saatler akşama yaklaşıyor zaten. Demir merdivenden sessizce inip, demir kapıdan sokağa çıkıyoruz. Evlerden dışarıya akan sulara basmamaya özen göstererek Sakız Adası’nın meydanından da geçerek sahile ulaşıyoruz. Sahil adanın limanının yanından başlayarak adanın en güneyine ve kuzeyine doğru ulaşan yollarla adayı çevreliyor aslında. Ancak hareketin olduğu en önemli kesim limandan başlayıp güneye doğru süzülen 2 km’lik kesim.

Türk dönerinin çok güzel olduğunu öğreniyorum. Aslında Türk döneri değil güzel olan, hirosmuş. Hiros Yunanların dönere verdikleri isim. Milliyetçi duygularımla dönerin Türklere ait olduğunu ve Yunanlarında “döner” demelerinin daha uygun olduğunu açıklamaya koyuluyorum. Alex ise Almanya hariç dünyanın her yerinde dönerin kullanılan ülkeye ait isminin olduğunu söylüyor.

Hiros yemek üzere adanın sahilde bulunan en canlı ve tıklım tıklım olan lokantasına gidiyoruz. Lokanta gerçekten çok güzel tasarımlanmış. Sipariş almaya gelen genç kız öncelikle masaya masa boyutunda büyük bir peçeteye benzeyen örtü seriyor. Masadan kalktığınız an geliyor peçeteyi kaldırıyor, bu da masanın silinmesiyle uğraşmaktan onu kurtarıyor. İçinde domuz eti olmayan ve tavsiye edebilecekleri hiros çeşitleri saydırırken içlerinden tavuklu olanı söylüyorum. Bizdeki tavuk ve et döner burada tavuk ve domuz döner şeklinde karşımıza çıkıyor. Hiros un yanında sadece bu adada yetişen mandalinalardan işlenmiş mandalina aromalı gazoz söylüyoruz. Çok şık bir şişede geliyor o da. Yaklaşık 10 dakika bekledikten sonra önümüze tabak içinde Hiros servisi yapıldı. Külah şeklinde feta ekmeğinin içinde parçalar halinde tavuk döneri ve çevresinde onlarca çeşit mezesiyle elde tutması bile zor olan bu yemek oldukça lezzetliydi. Bu an benim için Türkiye’de önümüze döner diye sunulan yemek için dönüm noktası olmuştu. Ülkemizde bizim kültürümüze ait olan bu yemeğe yaptığımız haksızlık burada yediğim yemeğin her lokmasında hissediliyordu. Zaten bugünden sonra Türkiye’de döner yiyemememin sebebi de buydu. İlk hirostan sonra 2 hirosu daha afiyetle mideme indirdim.

33

Hesabı ödedikten sonra bu lokantaya gelişimin son olmayacağı açıkça belliydi.

Sahilde yürüyüşe ve dükkânları keşfe başladık. Sıralanmış dükkânların her biri genellikle Türkiye ve Yunanistan’ın diğer bölgelerinden gelen turistlere hitap ediyordu.

Mastika Shop sakızdan yapılmış bin bir çeşit ürünün satıldığı bir mağazaydı. Reçel, ciklet, sigara, uzo, şeker marmelat, kahve, yağ, ekmek gibi ürünler sakız aromasıyla taçlandırılmışlardı. Mağaza bir müzeyi andıracak kadar ilgi çekiciydi. Fiyatların bir öğrenci bütçesine uygun olmadığı bu yerden çıkmak zorunda kaldık.

Aynı sıradaki diğer dükkânlarda hediyelik eşyalar satılıyordu. Bir dükkânın camına asılmış Türkçe, Fransızca ve İngilizce konuşabiliyoruz yazısı dikkatimi çekti. Hemen içeriye girerek merhaba diyerek bağırdım. Çevremde alışveriş yapmaya gelen birkaç Türk daha vardı. Dükkânı işleten bir kadın yanıma gelerek merhaba dedi. Türkçe biliyor musunuz diye sorduğumda; “Giorgos!” (Yorgos) diye bağırdı. Gelen adam kadının kocasıydı. Dükkânı karı koca işletiyorlardı. Yorgos 45 yıl kadar önce Çeşme’de yaşadıklarını ve henüz çocukken Yunanistan’a gelmek zorunda kaldıklarını aktardı. “Halkların sorunu yok; sorun hükümetlerde” dedi. Yorgos’un eşi gözlüklü, bir gözü şaşı, sıcakkanlı, çok yüksek bir ses tonuna sahip bir kadındı. Kadını ilk gördüğümde kısa süreli bir panik yaşamıştım. Ancak o andan sonraki davranışlarıyla beni kazanmayı başarmıştı. Sakız’ın fotoğraflarının bulunduğu kartpostallar ile bir bardak takımı aldım. Teşekkür ederek dükkândan çıktık. Yürümeye devam ettik. Her dükkânın önünde durarak incelemeye bayılıyordum. Çünkü çok güzel ürünler vardı. Dikkatimi çeken bir başka şey de, bir kartpostal bile alsanız hemen kasadan fiş kesiliyordu. Devletine sadık vatandaşları görmek bir Türk olarak ilginçti.

Farklı bir dükkânda her biri 3 ile 5 Avro arasında değişen uzolardan görünce dayanamadım ve birkaç tane satın aldım. 70’lik uzoların fiyatını gören her Türk bavul dolusu uzoyu almadan edemiyordu. Birkaç tane kartpostal, anahtarlık ve kartpostalları postalamak için pul aldıktan sonra saatin ilerlemesi ve yorgunluğumuz sebebiyle eve döndük…

Leave a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir