İlk günkü yorgunluk ve kısa keşfin ardından adada sadece iki günümüz kalmıştı. Aslında bu adayı keşfetmek için toplamda üç gün fazlasıyla yeterliydi.
Elimizde otobüs saatlerini gösteren detaylı haritadan önce adanın ne tarafına gideceğimize karar verdik. Bulunduğumuz yer adanın merkezi ve en doğusu olan; Ege Denizi’nin Türkiye’ye yani Çeşme’ye bakan tarafındaydı. Zaten adanın diğer bölümleri genelde dağlık ve engebeliydi.
Elimizdeki harita tüm otobüslerin kalkış saatleri ile adanın ne tarafında turistik açıdan neler olduğunu gösteriyordu. Ulaşım sistemi de Türkiye’de İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediye’lerinin uyguladığı sisteme benziyordu. Ada merkezinde son model Volvo belediye otobüsleri, adanın güney ve kuzey yönünde ise özel halk otobüsü olarak tabir edebileceğimiz yeşil eski Mercedes 302’lerden vardı. Güneydeki plajlara gitmeye karar verdik. Yeşil otobüslerimizin kalkış saatine baktıktan sonra sırt çantamızı hazırlayıp ilk durağa gittik. 1,15 Avro’luk otobüs biletini aldıktan sonra sıcaktan fırına dönen Mercedes’e bindik. Elimizdeki hareket saatini saniye bile atlamadan hareket eden otobüs adanın merkezinden usulca içlere doğru süzülerek güneye yöneldi. Dar caddelerde ilerlerken sağda ve solda geniş bahçeler içindeki evleri çok zor seçebiliyordum. Evlerin her biri yüksek duvarlarla çevrelenmişti. Nedenini sorduğumda evlerin bahçelerindeki yüksek gelir getiren sakız ağaçlarına zaman zaman dadanan hırsızlardan korunmak ancak bu şekilde mümkün olduğunu öğrendim.
Geçen yarım saatin ardından Aya Fotini Plajı’na gelmiştik. Aya Fotini bizdeki sahil beldelerini andıran küçüklükte sessiz sakin bir kasabaydı. Her yerde yazlıkçılar, denize girmeye gidenler ve denizden dönenler vardı.
Yan yana dikilmiş üç tane direğin üstünde Yunanistan, Avrupa Birliği ve denizin temizliğini simgeleyen mavi bayrak hemen arkada göze çarpan denizle birleşince insanın zihnini mavileştiriyordu. Havanın güneşli ve açık olmasından dolayı Çeşme’yi görebiliyorduk. İnanılmaz bir şeydi. Bu kadar yakın mesafede iki ayrı dünya, iki farklı ülke vardı.
Adanın hiçbir yerinde kum plajı olmadığını sonradan öğrenmemden dolayı biraz hayal kırıklığı yaşamıştım, Türkiye ile karşılaştırdığımda taş plaj ve zemini taşlardan meydana gelen deniz oldukça kötü görünüyordu.
Plajın etrafında dışı beyaz; pencere, kapı ve doğramaları ege mavisi olan evler kendimi çok sıcak bir ortamda hissetmemi sağlıyordu. Özellikle kartpostallarda görmeye alışkın olduğumuz o eşiz görüntünün karşıma çıkmış olması da heyecan vericiydi.
Plaja indik. Sıcaktan yanan taşlar üzerinden karşı kıyıya derinlere daldım. Gözümün alabildiği karşı kıyı Çeşme, muhtemelen de Altınkum diyordum. Yanımıza bir kadın geldi. Alex ile konuşmaya başladılar. İçinde Türk’e benzer kelimelerin geçtiğini anlamam zor olmadı. Kadın Türkiye’de rastlamanın oldukça sıradan olduğu tipik meraklı kişilerden biriymiş. Alex Yunanca-İngilizce çeviri yaparken kadının İngilizce anlamaması büyük bir şans oldu. Türk olmam sebebiyle hakkımda merak ettiği birçok şey olan kadın Atina’dan bir haftalığına Sakız’a gelmiş. Enflasyondan ve hayat pahalılığından şikâyet edip durduktan sonra Türkleri çok sevdiğini ancak karşı kıyılara özlem duyduğunu da inkâr etmedi. Alex’in çevirisi gitgide daha da milliyetçi bir hal alıyordu. Sözler öyle bir boyuta ulaştı ki Sakız Adası’ndaki genel söylentiye göre “Tanrı en güzel kum plajları Çeşme’ye bağışlarken; adanın dört bir yanına çakıl dolu sahiller vermiş.” Bir bakıma söylenti doğruydu. Çünkü gözüm çakıldan başka bir şey göremiyordu. Kıskançlık olduğunu düşünüp fazla umursamamaya çalıştım.
Karnımın acıktığı aklıma geldi. Alex fazla bir şey yemememi çünkü annesinin geleceğini ve bizi adanın kuzey bölgesinde yemeğe götüreceğini söyledi. Yemek sözünü duyan ben saate bakarak dönüş için tek şansımız olan yeşil otobüslerin kalkışına bir saat olduğunu gördüğümde alışveriş yapmam gerektiğini hissettim. Alex’e söyleyerek kasaba girişine doğru ilerledim. Yanlış görmediysem orada bir market vardı. Tuzlu bir şeyler alarak açlığımı bastırmayı düşünüyordum. Markete girdim görevli bayana İngilizce birkaç şey söyledikten sonra anlaşmaya çalıştık. Tek tuzluya benzer olarak gösterdiği şey Fransız usulü kruvasandı. Buğdaydan yapılmış tuzlu ekmeğe hasret ben içinde tatlı maya bulunan bu şeyi yemek istemedim. Marketin içinde dört döndükten sonra Pringles alıp plaja döndüm. Damak tadıma en uygun ortak yiyecek sanırım buydu.
Otobüsün saati yaklaşırken plajda farklı açıdan birçok fotoğraf çekildik. Sonra toparlanıp son dakikalarımızı beldeyi keşfetmekle geçirdik. Buraya özgü kakaolu bir içecek olduğunu söyleyen Alex’in ısrarlarına dayanamayıp adını bilmediğim bu karışımdan aldım. Otobüsü beklerken serinlemeye gerçekten ihtiyacım vardı.
Otobüs saati geldiğinde yine aksatmadan dar caddeleri geçerek ada merkezine geldik. Alex’in annesiyle tanışma anımızda birbirimizden aslında fazla da hoşlanmadığımız belli oluyordu. Alex’in annesi Selanik Belediyesi’nde çalışan 55 yaşında bir memurdu. Oğluyla ciddi sorunları olan ve ona aile hayatını bir türlü yaşatamayan bir kadın olması sebebi de bir araya geldikten sonra Alex İzmir’de bizimle kaldığında “benim yeni ailem burası” demişti. Bunun çok ciddi bir söz olduğunu ben de Alex’in annesi de biliyorduk. Kıskançlık sendromu bu aşamadan sonra bizi sık sık karşı karşıya getirecekti. Gerginliğin fazla uzun sürmeyeceği umuduyla adanın kuzeyine gitmek için farklı bir otobüse bindik.
Alex ve annesi bir koltuğa oturdular. Ben yanımda genç bir çocukla beraber farklı bir koltuktaydım. Otobüste ciddi bir gürültü vardı. Yanımda ki çocuğun konuşmak istediği açıkça gözlerinden okunuyordu. Dayanamadı ve Yunanca bir şeyler söyledi. İngilizce olarak anlamadığımı söyledim. Hemen ardından bildiği İngilizce kelimelerden bir demet sundu. Temel düzeyde İngilizce biliyor gibiydi. Ancak sayıları birbirleriyle karıştırdığı yaşını söylemek isterken renkten renge girmesiyle açığa çıktı. Zar zor sorduğu nerelisin sorusuna verdiğim cevap üzerine şaşkınlığını gizleyemedi. Beni Türk’e benzetememişti. İzmir’e geldiğini ve Kemeraltı’nda Karagöz Baklavası yediklerini oldukça yüksek bir ücret ödediklerini el kol işaretlerinden yardım alarak anlattı. Kafasında Türklere ait olan imge beni de şaşırtmıştı. Konuşmayı sürdürürken yemek yiyeceğimiz yere geldiğimizi fark ettim.
Taverna yazan bu yer deniz kıyısında kurulmuş ancak sinek avlayan bir mekân görünümündeydi. Adaya gelen turistler genel olarak adanın güneyini ve merkezi tercih ediyorlardı. Bizim geldiğimizi gören çalışanlar yayıldıkları sandalyeleri boşalttılar ve bizi karşıladılar. Önüme gelen Yunan alfabeli menüden hiçbir şeyi anlayamamıştım. Deniz ürünleriyle aramın iyi olmamasından dolayı spagetti sipariş ettim. Alex’in annesi garsona “mono İmam” dediğinde ne demek istiyor diye düşündüm. Yemekler geldiğinde bu düşüncem bir anda aydınlanıverdi. Alex yemekleri sayıyordu. “İmambayildi” annesinin tercih ettiği yemekti. Bizdeki İmambayıldı burada “i” harfini almış ancak servisi ve lezzeti değişmemişti. “Kaşari” olarak gelen kızartılmış kaşar bir tabak içinde limonla servis ediliyor ve geleneksel ve sofralardan eksik olmayan Yunan peynirini temsil ediyordu. “Pancari” adıyla gelen pancar turşusu da Türkiye’ye yakın olduğu her fırsatta dile getirilen Yunan mutfağının bu yakınlığa gerçekten sahip olduğunu gösteriyordu. Yemeğin ardından bir parça “Karpuzi” yedikten sonra eve dönüş için otobüse bindik.
Alex’in annesine İzmir Otogarı’ndan 1 YTL’ye aldığım lokumları ikram ettikten sonra benim yemeyi ciddi olarak düşüneceğim bu tatlıları ağzını bir an olsun kapamayarak büyük bir iştahla yiyen kadını karşımda gördüğümde tadına baktığım lokumlardaki lezzetin bu fiyata nasıl sağlandığını merak eder oldum. Cebimizdeki son bozuklukların işe yaradığını görmekte mutluluk verdi.
Alex’in annesini oteline uğurladıktan sonra. Bir sonraki Gün Selanik’e geçecek olmamızdan ötürür heyecanla eve geçtik.