Teksas’ta geçen 3 aya yakın sürenin ardından gelmişti veda vakti. Bu kez istikametimiz fazlasıyla merak ettiğimiz Kaliforniya. Yaşlı gözlerle ve arkamıza bakmamak için mücadele ederek bindiğimiz arabayla San Antonio Havalimanı’na geliyoruz. Arkadaşlığı, desteği, rehberliği ve sohbeti ile San Antonio günlerinde yanımdan bir an olsun ayrılmayan Luis ile sarılarak ayrılıyoruz. Havalimanının yenileme çalışmaları devam eden terminalinde bizler gibi Kalifornia turuna gidecek arkadaşlarımızla karşılaşıyoruz. Uçaklarımız ayrı firmalardan olduğundan veda fotoğrafı çekilerek terminale koşturuyoruz.
Bir valizle geldiğimiz Amerika Birleşik Devletleri’nde ikiye katlanan valiz sayımıza bir de elimizdeki torbalar ve sırt çantalarımız eklenince yolculuk zor geçeceğe benziyor. Acıyan parmaklarımız ve her 10 metrede bir duraklayan görüntümüzle gezgin bir turistten ziyade, alışverişe çıkmış bir alışveriş tutkununa benzetebiliriz kendimizi. 3 ay boyunca bir şey almamış gibi gözüksek de onca kıyafet ve incik boncuğu çöpe göndermemize rağmen yine ellerimiz dolu.
Dallas aktarması ile ulaşacağımız ABD’nin Meksika sınırındaki şehri San Diego’ya sayılı saatler kala araba kiralayacağımız şirkete dahi karar veremedik. Gayet rahat bir biçimde yaptığımız yolculukta önce bölgenin en iyi havalimanı Dallas’a oradan da San Diego’ya iniyoruz. Havalimanından araba kiralama şirketlerine taşıyan servislerle şirkete ulaştığımızda manzara ortaya çıkıyor. Diğer havayolları ile gelen arkadaşlarımızla beraber hepimizin valizlerine şöyle bir baktığımızda Türkiye’ye dönmeden gerçekleştireceğimiz bu seyahatte en zorlanacağımız bölümün bavul taşıma kısmı olduğuna karar veriyoruz.
Üç kişilik grubumuzla bizler bir, diğer gruptaki arkadaşlarımız da bir başka arabayı kiralıyor. Arabamız oldukça güzel, bakımlı ve gıcır gıcır. Ancak bir noktayı gözden kaçırıyoruz, otomatik vitesli arabalarla hiçbir tecrübesi olmayan ben, korku dolu dakikalar ile araba ile tanışıyorum. Araba kiraladığımız şirketin önünden çıkarken ki yüz ifadem ve vücudumun salgıladığı ter oranını hatırlamak dahi istemiyorum.
Kabataslak yaptığımız Kaliforniya turumuzun planını 5 güne ölçülü bir biçimde bölerek ilk günün tamamı ile ikinci günün çok küçük bir kısmını San Diego’ya ayırıyoruz. San Diego’da gezilecek görülecek yerlerin listesini hazırladıktan sonra diğer gruptaki arkadaşlarımızla son kez beraber olacağımız nadide yemek merkezimiz Mc Donalds’a gidiyoruz. Kaliforniya eyaletindeki vergi oranlarının yüksekliğini daha gelmeden duymuştuk ancak fiyatların bu kadar farkedeceğini düşünmemiştik. Mc Donaldslar üzerinden yaptığımız karşılaştırma ile Kaliforniya’nın gerçekten pahalı olduğuna karar veriyoruz. Hızlı bir biçimde yediğimiz hamburgerlerin ardından bir kez daha ayrılık vakti. Bizim Kaliforniya için ayırdığımız beş günde her yeri gezebilmemiz için biraz hızlı hareket edip rotamızı tamamlamamız gerekiyor, bu yüzden diğer arkadaşlarımızla ayrılıyoruz.
Güneşten yararlanacağımız bu dakikalardaki ilk ve son durağımız Balbao Park olacak. Ancak Balbao Park’a ulaşabilmek için öncelikle bir navigasyon cihazına ihtiyacımız var. Bu aracı satın alabilecek en güzel yerlerden biri olan Wallmart’ı sora sora buluyoruz. 60 dolar civarında bir meblağa aldığımız cihazı turumuzun sonunda “müşteri memnuniyeti açısından yeterli bulmama” bahanesi ile iade edip paramızı alacağız. Amerika’ya gelen Türklerin ve yabancı öğrencilerin abartısız % 95’i bu yöntemle alışveriş yapıyorlar.
Balboa Park
Otomatik vites ve hassas frenler yüzünden sorun yaşadığım araca alışmaya başlarken Balboa Park’a giriş yapıyoruz. İnternet taraması ile ulaştığımız bilgilerdeki abartının çok yetersiz olduğuna karar veriyoruz daha ilk adımda. Burası cennetten bir köşe ve Türkiye’de böyle bir çevre düzenlemesi ile mimari yapılar ne bir arad,a ne de ayrı ayrı yok gerçekten!
Balboa Park’tan genel olarak bahsetmek gerekirse, 1200 dönümlük bir arazi içerisinde dünyanın en eski hayvanat bahçesi, müzeler, farklı bitki örtüleri, mimari eserler, tiyatrolar, bahçeler, restoranlar ve açık alanların bir arada bulunduğu muazzam korunaklı bir yapı. Kentin her türlü stresi ve gürültüsünden uzak bu alan cennetten bir köşe olarak bir nefes alma ve aynı zamanda sanat, bilim, doğa ve huzur merkezi. 1868 yılında temel alanları hazırlanan, adını İspanyol deniz kâşifi Vasco Nûñez de Balboa’dan alan park, 1915 Panama-Kaliforniya Fuarı ile 1935 Uluslararası Kaliforniya-Pasifik Fuarı’na evsahipliği yapan alan olarak adını duyurmuş. Balboa Park içerisindeki doğal alanlar ve fuar alanlarının Ulusal Tarih Kayıtları’na girmesi ile birlikte geniş çaplı korumaya alınmış.
San Diego Sanat Müzesi’nin önüne park ettiğimiz arabamızdan inerek elimizdeki fotoğraf makinemizle keşfe çıkıyoruz. Parkın içerisinde ücretsiz olarak hizmet veren gezi otobüsü İngilizce olarak verdiği bilgilerle parkı tanıtıyor. Kısa turla, parkı araç içerisinden gördükten sonra yürümeye başlıyoruz. Ünlü botanik bahçenin önündeki süs havuzlarına dilek dileme alışkanlığının bir gösterisi olarak bozuk paralar atılmış. Botanik bahçesinin önünden boylu boyunca uzanan geniş havuzda ise birbirinden farklı türlerdeki balıklar yüzüyor. Çevrede çimlerde yayılmış köpekli insanlar, parıldayan güneş ve sıcak havanın verdiği etkiyle gülümseyerek sağa sola bakıyor, kitap okuyorlar.
“El Prado Center” olarak adlandırılan ana cadde İspanyol Sömürge Tarzındaki mimari ile meydana gelmiş, kervansaraya benzeyen yapıların yan yana dizilmesiyle oluşmuş. Bu geniş bulvar insanların hayranlıkla izlediği binalar ve eşsiz sanat eserlerinin sergilendiği galerilerle bezeli. Ayrıca bu caddenin sonundaki büyük meydandan, San Diego Sanat Fotoğraf Müzesi, San Diego Sanat Enstitüsü, San Diego Model Demiryolu Müzesi, San Diego Doğa Tarihi Müzesi, San Diego Tarih Kurumu, Reuben H. Fleet Bilim Merkezi ve Timken Sanat Müzesi, San Diego Hava ve Uzaycılık Müzesi’ne ulaşılabiliyor. Bu kadar farklı dallardaki müzeleri takdir edersiniz ki bir günde gezebilmek mümkün değil. Bizler de müzelere kapılarından şöyle bir bakıp geçmek zorunda kalıyoruz. Balboa Park’ın tamamı ile müzeleri gezebilmek için dolu dolu 5-6 gün gerekli.
Kent Ormanı
Dünyanın en önemli peyzaj ve bahçe bitkileri örnekleri ile sayısız ziyaretçiyi ağırlayan parkın kent ormanı bölümü Balboa Park’ın köprü ile geçilen arka kısmında yer alıyor. Amerikalı Peyzaj Tasarımcısı Kate Sessions’un ödüllü tasarımlarının da sergilendiği bahçeler görülmeye değer. Balboa Park’ta görülen her ağacın ilk fidelerinde Kate Sessions’un emeğinin geçmesi sebebiyle ünlü botanikçi, çevrebilimci ve peyzaj tasarımcının heykeli bahçenin içine dikilmiş.
Çöl bitkileri dahil olmak üzere, bahçe süs bitkileri, Alcazar Bahçesi, Kaktüs Bahçesi, Casa del Rey Moro Bahçesi, Inez Grant Parker Memorial Gül Bahçesi, Japon Dostluk Bahçesi, George W. Marston Evi ve Bahçesi, Palmiye Kanyonu ve Zoro Bahçesi kent ormanı dokusunun içerisinde yer alıyor.
Dünya Yerel Mimarisini Yansıtan Ülke Evleri…
Dünyanın değişik ülkelerinin yerel mimarideki evlerinin birarada bulunduğu parkın bir bölümünde Polonya, İran ve Ukrayna gibi ülkelere ait evler olmasına rağmen Türkiye’yi yansıtan bir evinin olmaması bizi üzüyor. Onca evin arasında Türkiye’yi ararken Slovakya Cumhuriyeti’ne dahi rastlıyoruz.
Dev ağaçların içinden adımlarımızı sıklaştırarak geldiğimiz gösteri merkezi, Balboa Park’ta güneşin yavaş yavaş batması ve bizlerin de yorulmaya başlamasıyla beraber son noktamız oluyor. Bu şaheser parka gelmekle öyle iyi bir iş yaptığımızı düşünüyoruz ki, Türkiye’ye olan özlemimiz bir an olsun aklımızdan gidiveriyor. Şehirleri planlayanların beton kentlerden ve birbirinden farkı olmayan çirkin yapılarla uğraşmak yerine, böyle sanat, bilim ve doğa merkezleri yaratmalarını diliyoruz hep beraber. Yüksek berber fiyatlarıyla kestiremediğimiz dağılan, uzun saçlarımız ile son pozlarımızı vererek arabamıza binerek dinlenme öncesi günün son rotasına çeviriyoruz yolumuzu…