Yaz saati uygulamasının hayata geçirildiği ilk anlarda bir organizasyon tertiplemek zor olsa gerek. Örneklerini geçmişte de çok yaşadım oradan biliyorum. Organizasyona katılan herkesi tek tek uyarmak, “saatinizi ileri almayı unutmayın” demek zor iş. Hele bir de katılımcı listesi kalabalıksa…
Saatimi bir saat ileri aldıktan sonra; eski saatle 5, yeni yaz saatiyle saatler 6’yı gösterirken evden çıkmış bulundum. Mustafa’yı almak üzere uğradığım Bornova’da daha gün başlamamıştı. Son hazırlıklar ve kahvaltılık bir şeyler alma telaşıyla 7’yi bulduk. Otoyol yeni bir günün dinamizmine kendini alıştırmaya çalışırken 2 saat sürmesini umduğumuz yolculuğumuz bir şeyler atıştırarak kendiliğinden başlamıştı. Gişelerdeki ilk duraklamanın ardından müziği dinleyerek, çevreyi izleyerek, bol sohbet ve uyku mamurluğuyla 75. Yıl Selatin Tüneli’ni de aştıktan sonra Aydın’a ulaştık. Yolun ilk yarısı böylece bitmiş oldu. Asıl önemli ve yorucu olan kısım henüz başlıyordu.
Otoyolda araç sürmenin keyifli yanları, keyifsiz yanlarıyla karşılaştırıldığında terazinin ağır olan kısmı her zaman daha keyifsiz olan kısmıdır. Ayak gaz pedalında, direksiyona çok iş düşmeden, monoton bir biçimde ilerlemek…
Geride bıraktığımız tek düze yolun ardından Aydın-Muğla karayoluna geçiş yaptık. Arada Çine ve Yatağan’ı geçtikten sonra ulaşacağımız Muğla’yı düşünürken acaba Denizli’dekiler yola çıkabilmişler midir diyerek meraklanıyoruz. Bir yandan TEGV’in yapısı ve işleyişini ayrıca Sevindik Öğrenim Birimi’ni Mustafa’ya anlatıyorum, diğer yandan Aylin’le irtibat kurmaya çalışıyorum. Aylin telefonunu açtığında arkadan ciddi bir bağırış ve müzik sesi geliyor. Belli ki grup çok eğleniyor. Ancak bir talihsizlik var. Şoför saatini ileriye almayı unuttuğundan bir saat rötarla başlamış yolculuk… Neyse ki daha kötü bir durum yok. Böyle anlarda paranoyak tavırlar gösteren ben, tüm hazırlığımı en az 5 defa kontrol ettiğimden sorunsuz bir biçimde, planladığımız saatte planladığımız yerdeyiz.
Yol boyunca yol genişletme çalışmaları var. Hava olabildiğince açık ancak yine de ürküten bir yanı var. Acaba yağmur yağar mı?
Aydın’ın Çine ilçesini de geçtikten sonra dolambaçlı, bol virajlı olan kısma geliyoruz. Yolun en yavaşladığımız ve dikkatle geçmemiz gereken kısmı zaten burası. Bu kısımdan sonra Muğla ilinin bizi karşılayan ilk ilçesi, termik santrali ile meşhur olan Yatağan’a geliyoruz.
Bu arada Muğla’ya yaklaşırken biraz ayaklarımız açılsın, yüzümüzü yıkayalım isteği ile “su” işareti olan bir çeşmenin önünde duruyoruz. Tabelası olan çeşmenin en önemli eksiği bir “çeşme” olunca su içemeden yola devam ediyoruz, haliyle…
Çam kokusunu hissedebilmek için camlarımızı biraz daha açtıktan sonra Muğla’ya giriş yapıyoruz. Şehrin içine dolanmadan doğruca çevre yolundan Marmaris yönüne kıvrılarak son istasyonumuz olan Akyaka’ya doğru ısrarcı bir biçimde ilerliyoruz.
Muğla Üniversitesi’ne selam verdikten sonra, temiz hava ve güneşinde kendini biraz biraz göstermesi ile mutlu oluyoruz. Ula ilçesi bizlerin hedefe yaklaştığını gösteren bir müjde oluyor adeta…
Yolların boşluğu ve fazla yoğun olmaması sebebiyle tıkandığımız, yavaşladığımız ya da zorlandığımız kısım hemen hemen hiç olmuyor. Ancak Çine rampalarından sonra yolculuğun ikinci rampalı kısmı gerek manzarası, gerekse havası ile zorlamaktan ziyade bizi fazlasıyla mutlu ediyor. Evet, Sakar rampasındayız. Arabayı hemen kıyıya çekerek manzaraya dalıyoruz. Elimizde fotoğraf makinesi, bir yandan Gökova Körfezi diğer yandan Akyaka ve çevresi ayaklarımızın altında… Bu müthiş manzara bizleri kendine bir kez daha âşık ederken kalan 10 dakikalık yol için tekrar arabaya biniyoruz.
Fotoğraf makinemiz de susmuyor haliyle. Mustafa sürekli çekim yaparken ben Sakar rampası ile mücadele ediyorum. Deniz seviyesine inme mücadelemizi Akyaka dönüşünden itibaren daha yavaş çekimde sürdürüyoruz. Akyaka belde tabelası önünde fotoğraf çekilmeden olmaz. Hemen arabadan inip tabelanın başına geçiyoruz. Önce ben çekiliyorum sonra Mustafa…
Yazdan kalma bir günde geldiğimiz Akyaka’da yaz mevsimindeki kalabalığın itici görünümü yok. İnsan karmaşası ve oradan oraya koşuşturan turistlerle beraber bu cennet yerin tadı çıkarılmıyor zaten. Dolayısıyla böyle yerlere gelmenin en iyi zamanı bahar oluyor her zaman!
Sahile bir adımlık mesafeye arabayı park ettikten sonra az önce aldığımız gazeteyi okumaya koyuluyoruz. Denizli’den gelecek dostların hala bir saatlik yolları var. Gazeteyi okuyup sindirdikten sonra küçük bir sahil turu ile Akyaka’yı geziyoruz. Maksat zaman geçirmek…
Telefonum çalıyor. Arayan Aylin!
Beş dakika sonra bir araya geleceğimizi söylüyor. Beklemeye başlıyoruz. Fazla geçmeden “20” plakalı otobüs geliyor otoparka. TEGV Sevindik Öğrenim Birimi’nin gönüllüleri birer ikişer iniyorlar otobüsten. Şubat’ın sonunda Denizli’de görüştüğüm herkesle Mart’ın sonunda Akyaka’dayız…
Sarılma ve öpüşme faslının ardından konuşa konuşa bizim az önce kısa bir tur attığımız sahile yöneliyoruz. Bu arada Aylin ile beraber tekne turu için pazarlık yapmaya gidiyoruz. Aylin’in çenesi ilk bakışta adamları ikna etmese de karşılıklı birkaç tavizle tekne turu işi halloluyor.
Kalabalık bir ekiple belirli bir sistemle, arka arkaya yürümek zor iş. Herkes kafasına göre bir köşede fotoğraf çekmeye çalışıyor. Bizlerde modaya uyup makineyi çıkarıyoruz. Aylin bir gün önce fotoğrafçılık kulübünden aldığı bilgileri bizlere aktarıyor, hemen ardından makineyi aldığı gibi çekmeye başlıyor fotoğrafları…
Plajın içinden yürürken gördüğümüz cankurtaran kulesine tırmanıyoruz. Numan, Aylin, Coşkun ve Ben herkese gülücükler dağıtırken, herkes fotoğraflarımızı çekiyor. Bizi çekenleri çekmeden olmaz; bu kez makine bizde, bizi izleyenleri biz görüntülüyoruz. Kulenin yanında aile saadeti yapmaya gelenleri görüyoruz. Hepimizin kadrajına giren ufaklığı görüntüledikten sonra Dalmaçyalı köpekle beraber ormana doğru ilerliyoruz. Aylin ve Dalmaçyalı beraber yürümeyi tercih ediyorlar. Ormana doğru hızlı yürümüş olmalıyız ki arkamıza baktığımızda kimseleri göremiyoruz.
Az sonra telefon çalıyor, karnı acıkanlar ve biraz dinlenmek isteyenler için çay molası. Denize sıfır noktada biraz güneş, biraz rüzgarla beraber veriyoruz siparişlerimizi. Ekip kalabalık olunca siparişler aynı anda gelmiyor. Kimileri tostlarını yiyip, çayını yudumlarken bazıları açlıktan kıvranıyor. Zaman geçirmenin en iyi yolu ise her zaman yaptığımız gibi fotoğraf çekilmek… Herkesin elinde bir makine, bir oraya bakıyoruz bir buraya…
***
Tüm grubun sorunsuzca karnını doyurmasının ardından istikametimiz günün ilk saatinde ayarladığımız tekne turu. Azmak Çayı üzerinde bizi gezdirecek olan teknelere gruplar halinde yerleşiyoruz. İki tekneye 20’şer kişi, bir tekneye ise kalanlarımız biniyor.
Bizim kaptan pek konuşkan çıkıyor. Herkesi yer değiştirmeme ve hareket etmeme konusunda uyardıktan sonra kendini anlatmaya başlıyor:” Gençler ben Muğla Belediyesi’nde zabıta amiriyim. İşten kaçıp kaçıp buraya geliyorum. Öyle bir tutku ki bu vazgeçilmez. Bu suya, denize; buranın her şeyine hastayım. Geçen yıl 12 ulusal kanala çıktım, türkü bile söyledim. Herkes beni tanır.”
Kaptana en yakın yerde oturmanın talihi mi yoksa talihsizliği mi bilemedik ama Azmak Çayı gerçekten bir doğa harikası. Dağ eteğinden gelen kaynak çayın kıyısından yeryüzüne çıkıp çayı oluşturduktan sonra Gökova Körfezi’ne dökülüyormuş. Bir yanında sazlıklar diğer yanında pansiyon ve restoranlarla çevrili olan çayın içinde ördekler ve kaplumbağalar dolaşıyor.
Zaman zaman 40 cm’ye kadar düşen su derinliği, içinde barındırdığı görüntülerle bizleri büyülüyor. Turkuaz ve mavinin hemen hemen her tonunu gördüğümüz suyun içinde yeşil bir cennet mevcut. Balıklar özgürce dolaşıyor. Avlanmak kesinlikle yasak. Suda yarım dakikadan fazla durabilmek mümkün değilmiş. Soğuk suyun içindeki mineraller cilde ve sağlığa o kadar iyi geliyormuş ki gelen herkes yanındaki kaplara su doldurup yıkanıyormuş. Azmak kelimesi kulağa çok hoş gibi gelmese de suyun doğduğu yer anlamına geliyormuş. Kadın Azmağı, Akçapınar Azmağı ve Gökçe Azmağı gibi birbirinden farklı isimlerle anılan birkaç kaynağın meydana getirdiği Azmak Çayı, Doğal Koruma Alanı ilan edilmiş. Teknelerde müzik yayını yapmak dahi yasak. Ancak insanoğlunun duyarsızlığı ve saygısızlığı her yerde olduğu gibi burada da kendini göstermiş durumda.
Çayın çevresi yapılaşma tehdidi ile burun buruna kalmışken her yer evsel atıklarla bezenmiş. Akyaka Belediyesi’nin çabaları ile geri dönüşüm projeleri hazırlanmış olsa da deniz ve çayın içinde boş bira şişelerine rastlamak mümkün.
Bol şamatalı ve keyifli görüntülerle sonlandırdığımız tekne gezimizin ardından bu kez yaya olarak çayın etrafında yürüyüş yaparak bu kez güzelliklere dışarıdan bakıyoruz. Ördeklere ekmek atan Akyakalı teyzenin yanından ördekleri izliyoruz. Her zaman olduğu gibi elimizde fotoğraf makineleri ile her anı ölümsüzleştirmeye çalışırken mutluluk ve keyif herkesin gözlerinden okunuyor. Hafif hafif yorulmalar ve acıkmalar başlayınca serbest zaman ilan edilip herkesin rahatça gezmesi ve karnını doyurması için vakit veriliyor. Bizler yaklaşık 15 kişilik grupla beraber önce sahildeki incik boncuk satan tezgahlara bakıp hemen sonrasında balık ekmek yapılan mekana doğru yol alıyoruz. Şemsiye ile hazırlıklı gelen birkaç kişi ne zaman yağmur yağacak diye ısrarla konuşmaya başlayınca bardaktan boşalırcasına bir yağmur başlıyor. Hemen ardından da fırtına… Bu arada Ebru ve Elçin’le şemsiye pazarlığı yapıyoruz.
Ebru üşüdüğünde kendisine montunu veren Mustafa’yı işaret ederek, “ben şemsiyemi sadece Mustafa ile paylaşırım” diyerek beni devre dışı bırakınca ben de Elçin’i şemsiye konusunda ikna etmeye çalışıyorum. Neyse ki ikna çabalarının sonunda yağmur filan kalmıyor ortada, dolayısıyla şemsiyeye de ihtiyaç…
Balık ekmek, köfte ekmek ve tavuk şiş gibi kombinasyonlu yemeklerimizi yedikten sonra masadan kalkıyoruz. Sırada Mart ayında doğanların doğum günlerini kutlama organizasyonumuz var. Denizli’de hazırlanmış 50 kişiye yetecek pastayı otobüsten aldıktan sonra sabah tura katıldığımız teknelere gidiyoruz. Hedefimiz bir an önce pastayı kesip servis işini halledebilmek. Bir yandan tekne sahipleri gözümüzün içine “bir an önce pastayı kesseler de gitseler” der gibi bakarken bu işin olmayacağı belli. Zaten grubun kalabalık olması yapacağımız işin hızını yavaşlatırken, aceleye getirilen bir pasta kesme töreni tadımızı da kaçırabilir. Tekrar pastayı sırtladığımız gibi tekneleri terk ediyoruz. (Bu tekneler en fazla 20 kişi alabildiğinden farklı teknelerdeyiz.)
Sabahtan gözümüze kestirdiğimiz, sahipsiz fakat 50’mizi birden alabilecek tekneye sanki bizimmiş gibi giriveriyoruz. Herhangi biri yanımıza gelip “ne yapıyorsunuz” dese hiçbir şey diyemeyeceğiz. Gülçin Abla, Mustafa, Ben ve iki arkadaşla beraber teknenin mutfak kısmına geçip hazırlıklara başlıyoruz. Diğer arkadaşlar ise iki sıra halinde tekneye diziliyor. Pasta elimizde, doğum günü olanlar pastanın karşısında, bir türlü yakamadığımız mumlardan biri ise temsilen üflenerek büyük çığlıklarla doğum günleri o an da kutlanıyor. Bizler servis işini çabucak hallettikten sonra herkes mutlu mesut payına düşen pastasını yiyor. Pasta töreni günün yavaş yavaş sonuna geldiğimizin de göstergesi aslında… Son dediysem bitmiyor her şey merak etmeyin. Galatasaray-Fenerbahçe maçına dakikalar kaldı ya ondan bahsediyorum. Maçı nerede izleyelim diye düşünürken Muğla’ya gidip, orada bir mekanda izlemenin güzel olabileceği aklımıza geliyor. Çoğunluğunda onay vermesi ile otobüs önümüzde, biz arabamızla arkada Akyaka’ya veda ediyoruz. İstikametimiz Muğla!
Muğla merkeze geldiğimizde maçı izlemek isteyenler ve maçı izlemek istemeyenler ayrılıyorlar. İzlemek isteyen grup ile Cumhuriyet Meydanı’ndaki bir kafeye gidiyoruz. Aylin, Coşkun, Mustafa, Önder, Ben, Ebru, Seda ve ismini anımsayamadığım birkaç arkadaşla beraber sinir harbi yaşayacağımız maçı izlemeye koyuluyoruz. Bir yandan küfür bombardımanı, diğer yandan anlamsız maç yorumları ile izlemeye çalıştığımız maç bir Galatasaraylı olarak beni kahrediyor. Bu kötü oyuna karşılık maçın hakkını beraberlik olarak düşünürken çok tesadüfi bir golle 1-0 mağlup oluyoruz. Maç sonunda Muğlalı fanatiklerin her an patlamaya hazır olaylarının arasında kalmak ise ayrı bir anı olarak kalıyor akıllarda. Polislerin yatıştırmaya çalıştığı ateşli taraftarların arasında vedalaşıyoruz ekiple. Zaman İzmir’e dönme zamanı. Ben ve Mustafa İzmir’e dönmeye pedal basarken, Denizli ekibi Denizli yollarına doğru hareket ediyor.
Zorunluluktan kaynaklanan bir tanışmanın ardından bir araya geldiğimiz planlı görüşme zorunlu bir durumun yarattığı tanışmanın ne derece iyi arkadaşlıklara, anılara yelken açabileceğini gösteriyor hepimize… İyi ki varsınız…