Myanmar’a gitme fikri, sanırım ilk kez, Beyond Rangoon (Burma’da Gözyaşları) filmini izlediğimde yer etti aklımda. Zaten Asya’nın kültürüne, coğrafyasına ayrı bir düşkünlüğüm vardı hep ve bu film ile Myanmar kulağıma, ‘Bana gel!’ diye fısıldadı adeta.
Ben gidip döndükten sonra da, Türkiye’deki pek çok insan ne Myanmar olarak biliyordu bu ülkeyi, ne Birmanya ne de Burma. Ta ki Arakan’da yaşanan üzücü olaylara kadar sürdü bu ülkenin öğrenilmesi bu coğrafyada. Üzücü olduğu kadar akıl erdiremediğim olaylardı aynı zamanda. Akıl erdirmekte güçlük çektim, çünkü oradaki olayların başını Budist rahiplerin çekmesini bir türlü anlamlandıramadım.
Zira, tüm seyahatim boyunca fazlasıyla dostluk gösterenlerin başında rahipler geldi hep. Müslüman ve Türk olduğumuzu bilerek sıcak diyaloglar kurup, hatta bizlerle fotoğraf çektirdiler. O yüzden, bu ülkeyi gezmeyi düşünenler için, bu bağlamda hiçbir riskin olmadığını vurgulamak gerek. Tekrar etmemesini dilediğim bu türden olayları geçmişte bırakmış olmayı umarak, Asya’nın bu fakir ama muhteşem ülkesini gezelim diyorum size şimdi, sözcüklerden oluşan bir yol açıp da önümüzde.
O coğrafyada bulunan başka ülke deneyimleriniz olsa da, Myanmar’a vardığınız anda kendinizi bambaşka bir otantizmin içinde buluyor ve adeta zamanda yolculuk yaparak hızla geriye gittiğiniz hissine kapılıyorsunuz. Gördüğünüz her şey, hem şaşkınlık hem de hayranlık uyandırıyor.
Yakın zamana kadar ülkenin başkenti olan Yangon’da, yoğun olarak fark edilen Budist kültürün yansımaları üzerine, 1950’lilerin ortasına kadar İngilizlerin bir sömürgesi olarak kalmanın zoraki mirası olan mimari izlerin gölgesinin düştüğünü görmek sizi şaşırtmıyor. Üstelik bu harmana şehirdeki camilerin uhrevi yansıması da eşlik ederek, Yangon’u çok renkli bir hale getiriyor.
Yangon’u ikiye ayıran Bago Nehri, fakir Yangon halkı ile çok daha fakir delta insanlarını ayıran ve aynı zamanda birleştiren bir çizgi. Bol bol fotoğraf çekebileceğiniz ama hijyen bakımından da rahatsızlık duyabileceğiniz bir yer. Aslında hijyen bağlamındaki rahatsızlığı, bütün ülkede duyacağınızı söylemek abartı olmaz ve/fakat bu, Asya’daki hemen her ülkede biraz az, biraz fazla karşılaşılabilecek bir şey.
Yangon’da bulunan ve geniş bir park ile çevrelenmiş birkaç göl var ama hiç kuşkusuz en önemlisi Kandawgyi Gölü… Burası gerçekten eşsiz görsel temalar sunmakta insana. Göl’deki Karaweik Palace, antik bir yapı değilse de, gerçekten de etkileyici ve aslında masalsı bir görünüme sahip.
Myanmar bir tapınaklar şehri. Budist kültürü bu yüzden çok derinden hissediyorsunuz zaten. Ama Kandawgyi Gölü’ne tepeden bakan Shwedagon Pagoda en görkemlilerinden. Altın Tapınak da denilen bu yapı, uzaktan da yakından da çok etkileyici gerçekten de. Ülkedeki her tapınağa olduğu gibi buraya da çıplak ayakla girmek zorunlu. Benim ayakkabım bile onların simsiyah olmuş ayaklarından daha temiz diye düşünseniz de, çorapla gezdiğinizde bile tuhaf bakışları hissediyorsunuz ama yine de bu bakışlara katlanıp, ayakkabınızı yeniden giyerken o çorabı atmak üzere, çorapla gezmek denenebilir.
Yeter bu şehir deyip de ‘yolda olmak’ lazım artık, diye düşünen ve bir başka şehre gitmek için kara yolunu kullanan yabancıların yaşadığı tecrübe, soğuk bir tokat gibi iniyor insana, benim Yangon-Mandalay arasındaki yolculuğumda olduğu gibi. Daha otobüse bindiğiniz anda, yerel halkın bere, palto, battaniye ve hatta eldivenler içinde kaybolduğunu gördüğünüzde, her şey için geç kaldığınızı anlıyorsunuz üzerinizdeki incecik kıyafetle ve sabaha katılaşmış cesedinizi bulacaklarınızı düşünüp, adeta bir buzdolabında sabahlıyorsunuz.
Diğer araçlar gibi otobüslerin de direksiyonu sağda, lakin trafiğin akışı bizdeki gibi. Gece yapılan bir yolculukta, ihtiyaç molası için yol kenarında duran otobüsten indiğinizde, doğrudan yolun ortasına inmiş oluyorsunuz ki gecenin o vakti, uyku haliyle yanınızdan hızla geçen bir aracın altında kalmanız işten bile değil. Otobüs yolculuğunda karşılaşılan ilginç bir uygulama var ve epey dikkat çekici; mola yerinde inilirken, yolculara diş fırçası ve macun bulunan bir poşet dağıtılıyor ki bu, dişleri, çiğnedikleri ‘betel’ yaprakları nedeniyle simsiyah olmuş ve çürümüş bir halk için tam bir ironi yaratıyor aslında.
Mandalay, hiç kuşku yok bu ülkenin en önemli duraklarından birisi. Şehrin görülmesi gereken önemli noktaları var. Buraların çoğuna ulaşım, pazarlık payı yüksek olan ‘rickshaw’lar ile sağlanabilir.
Mandalay Palace şehrin tam ortasında, su dolu hendekle çevrelenmiş, dışarıdan görünümü itibarıyla etkileyici bir yer. İçine girdiğinizde ise, 1800’lerdeki yaşantıya dair kurgular başlıyor hayal dünyanızın zenginliği ölçüsünde.
Güneşi batırmak için çıkacağınız Mandalay Tepesi’ndeki büyük pagodaya da yine çıplak ayakla girileceği unutulmamalı. Tepeye araçla çıkmak yerine, oranın dokusuna karışabilmek için merdivenli çıkışı tercih etmek en iyisi.
Ama şehrin hiç kuşku yok ki en etkileyici yerlerinden birisi U-Bain Köprüsü. Eğer bir gece geçirilecekse şehirde, güneş kesinlikle burada batırılmalı. Yaklaşık 1200 metrelik yürüyüşünüzde, birçok kareyi fotoğrafa hapsetmeyi başarırken, bir o kadarını da kaçıracaksınız. Şehrin, etkileyicilikte burası ile yarışacak bir başka noktası ki bence en güzel pagodası Mingun’da.
Buradaki Hsinbyume Pagoda’nın yedi terasını ayıran bembeyaz dalgalar formundaki duvarları üzerinde, bordo renkli kıyafetleri içinde koşturan çocuk Budist rahipler etkileyici bir görsellik sunuyor.
Mandalay’da fazla oyalanmayıp masalsı bir diyar olan Bagan’a gitmek için acele etmeli. Elbette ki sunduğu manzaralar açısından nehir yolculuğu, bu iki şehir arasında yapılacak seyahati, diğer ulaşım alternatiflerine göre öne çıkartıyor. Irrawaddy Nehri üzerinde yaklaşık yarım gün sürecek bu yolculuk, her zaman yaşanmayacak, keyif veren bir deneyim olarak kalacak size.
Bagan’ın köhne iskelesine yanaşırken daha, eliniz hızla deklanşöre gidecektir, nehirde yıkanan kızları gördüğünüz vakit. Batmaya yüz tutmuş güneşin, o muhteşem renge boyadığı olağanüstü enstantanelerde zamanı donduracak ve nehre bir başka akşamüstü güneşi batırmak için dönmek üzere veda edeceksiniz, o karmaşada sizi kapan bir faytoncunun faytonuna binerek.
Bagan, binlerce pagodanın çok geniş bir alana yayıldığı, olağanüstü bir arkeolojik saha. Hangi dilde kullanılırsa kullanılsın, etkileyici ve büyüleyici gibi sözcükler pek yavan kalıyor burası için.
Tapınakların olduğu geniş sahayı faytonla gezmek de bisikletle gezmek de ayrı birer keyif. Tüm ülkede, yerel halk ile kurulacak en samimi diyalogları yaşayacağınız yer de bu antik şehir olacaktır muhtemelen.
Eski Bagan ile yeni Bagan’ı kıyasladığınızda, ülkenin gelişmişlik düzeyinin o günkü medeniyet noktasına göre çok geride olduğunu düşünüyorsunuz. Belki de Bagan’ı, gezginler için bu kadar değerli yapan özelliklerden birisi de budur, kim bilir. Çünkü Bagan, gerçek bir hazine.
Ölmeden önce ikinci defa görülmesi gereken yerler listesi yapılsa, hiç şüphe yok ki Bagan bunlardan birisi olacaktır ve Inle Gölü aynı listenin belki de ilk sırasında yer alacaktır.
Inle Gölü masallardan fırlamış gibi değil, adeta masalın ta kendisi diyeceğiniz bir yer. Havaalanından, gölü çevreleyen ve biletle girilen küçük bir kasaba olan Nyaungshwe’ya giderken o güne kadar gördüğünüzden bambaşka bir Myanmar’a tanıklık ediyorsunuz kültürü ve insan profili ile. Yol üzerinde rastladığınız Shwe Yan Pyay Manastırı, etkileyici bir yere gittiğinizi haber verse de, vardığınız yerin müthiş bir ‘su dünyası’ olduğunu o an anlayamıyorsunuz elbette.
Vardığınız küçük kasaba, size otantik konfor sunan mekânlar sağlıyor. Zaten ülkenin bu durağına varıncaya kadar sokakta kurulan mutfaklarda pişen yerel yemekleri yemeye alıştığınızdan, bu çerçevede güzel tatlar da sizi bekliyor orada. Ama masalın içine, asıl bir sabah erkenden, kiraladığınız kano benzeri upuzun bir motorlu kayıkla göle açıldığınızda giriyor ve serbest bir halde hiç bitmesin isteyeceğiniz bir güne başlıyorsunuz.
Orada göreceğiniz her şey başka, her şey büyüleyici. Gölde, ellerini avlanmak için kullanırken, küreği ayağı ile çeken balıkçıların gündelik hayatı ve avlanması, yabancılar için tam bir görsel şölen. Yeryüzünde çekilebilecek en güzel fotoğrafların bir kısmının buraya ait olacağını söylemek, makul bir iddia olur.
Gölde, yüzer bir hayat kurulu. Komşunuza, evinizden çıkıp da otomobilinizle değil de sandalınızla gittiğinizi düşünün. İşte öyle bir hayat. Sizi, bulunduğunuz zaman ve mekân mefhumundan çekip alan ve adeta başka bir boyuta fırlatan ya da başka bir gezegene geldiğinizi hissettiren şeyler olacak gördükleriniz.
Burada kurulmuş pazar yerlerinden makul fiyata alacağınız, el emeği ile yapılmış dekoratif eşyalar ile yakut, zümrüt gibi yarı değerli taşlardan takılar, döndükten sonra, yaşadıklarınızın rüya değil de gerçek olduğunu kanıtlayan şeyler olacaktır.
Göl akşamından sonra otelinizin verandasında oturup da kahvenizi yudumlarken, sanki size her zamankinden daha yakınmış gibi duran yıldızlara bakıp, Şairin; “Memleket mi daha uzak, gençliğim mi, yıldızlar mı?” dizesini hatırlayacak ve “Yıldızlar çok daha yakın. Memleket ise, o an bulunmaktan keyif aldığım yer!” diyecek ve dünya vatandaşı olmanın keyfine bir kez daha varacaksınız. (Yazı: Hüseyin Çalışkan)