Tarih boyunca birbirine bu kadar yakın olup aynı zamanda uzak olmayı başarabilen başka iki millet yoktur herhalde. İran ve Türkiye komşu olmalarına ve kültürel benzerliklerine rağmen halklar nezdinde birbirlerinden oldukça uzakta.
Batılıların Türkiye hakkında yarattığı şehir efsaneleri nasılsa, bizler de aynı şehir efsaneleri ışığında İran’ı bilmeden, görmeden, gitmeden yorumlamaya çalışıyoruz. Durum böyle olunca komşumuzun evine gitmeden, ahkam kesiyoruz kulaktan dolma bilgilerimizle.
Dışa kapalı konumu ve Batı ambargosu nedeniyle kültürel değerlerini küreselleşmeye karşı korumayı başaran İran’da, çok sayıda müze ve ören yeri bulunuyor. Birçoğu 1930’lu yıllardan günümüze kalan müzelerde, İran üzerinde etkileri görülen Medler, Ahameniş İmparatorluğu, Selevkos İmparatorluğu, Part İmparatorluğu, Sasani İmparatorluğu ile Antik Pers eserleri yer alıyor.
Sıcak ve kuru havasıyla adeta boğaz düğümleten Tahran’da köklü Pers medeniyetinin izlerini görebilmek için İran Ulusal Müzesi‘ne düşüyor yolum.
Otelden edindiğim Tahran haritasını bulunduğum konuma göre katlayarak, sırtımda çantam, çantamın yanında pet şişe suyum ile yollardayım. Çantanın en ulaşılamaz bölümüne yerleştirdiğim cüzdanım olası bir hırsızlık ya da saldırıya karşı güvendeymişim hissi yaratıyor. İnsan kendi yaşadığı şehirden ya da ülkeden uzaktan olunca inanılmaz derecede paranoyaklaşıyor sanırım.
Kaldırımda yürürken bile birinin kaş kaldırmasını potansiyel hırsızlığa yorarak tedirgin adımlarla göz teması kurmadan ilerliyorum sokaklarda. Yanından iki-üç defa geçtikten sonra bir kulübede dinlenen askere sorarak ancak farkedebildiğim Ulusal Müze, özgün mimarisiyle hemen önünde yer alan küçük parkın arkasına gizlenmiş. Ana caddeden gelirken ağaçlar nedeniyle görülmeyen müzeye Tahran’a gelen az sayıdaki turist uğramadan etmiyor.
Devrimden sonra Turizm Bakanlığı yapılanması kaldırılan İran’da bakanlık yerine turizmle ilgilenen bir Turizm Örgütü bulunuyor. 2006 yılı istatistiklerine göre yaklaşık 1 milyon 800 bin yabancı turist İran’ı ziyaret ederken, 4 milyonu aşkın İranlı da başta Türkiye olmak üzere diğer ülkelere turist olarak seyahat etmiş.
Ülkeyi turizm amacıyla ziyaret eden Türk vatandaşı sayısı oldukça düşük kalırken, Türkler daha çok iş, kongre ya da uluslararası organizasyon (spor, yarışma vb.) kapsamında İran’a gidiyor. Giriş ücreti 150 bin İran Riyali olan İran Ulusal Müzesi pazartesi günleri hariç her gün 9.00-18.00 saatleri arasında açık.
İki ayrı binanın tam ortasında yer alan danışma bankosu beni sol tarafa yönlendiriyor. Yeni yeni alıştığım İran’ın bol sıfırlı paralarını karıştıra karıştıra müzenin giriş ücretini ödüyorum. Müze görevlisi sırt çantamı karşıdaki emanete bırakmamı istiyor. Farsça metal bir numara karşılığında çantamı bırakıyorum.
Girişi klasik kamu kurumunu andıran müzeden içeri adımımı atar atmaz kendi aralarında sohbet eden iki müze görevlisi sohbetine ara veriyor. Elimdeki bileti ustalıkla yırttıktan sonra elleriyle geçebilirsin anlamında işaret yapıyor.
Çok detaylı bir önaraştırma yapmadığımdan müzede ne var, ne yok konusunda bilgi sahibi olmasam da sıraya uygun biçimde dolaşmaya, elimden geldiğince İngilizce olan yazıları anlamaya çalışıyorum. Sergi salonunun hemen başında yer alan kabartma İran haritası önünde hatıra fotoğrafı çekildikten sonra kendimi koridora bırakıyorum.
İran Ulusal Müzesi ülkenin ve bölgenin en zengin müzeleri arasında yer alıyor. Mimarı Fransız André Godard’ın tasarımı olan bina, bugün tek başına dahi bir sanat eseri olarak kabul edilirken, müze binasının koyu kırmızı ve siyah tuğlalardan örülü ön cephesi Fars eyaletindeki Firuz Abad’da Ardeşir sarayına benzetiliyormuş. Kemer şeklindeki alınlığı ise Sasanileri ve devasa abideleri Kasra Kemerini andırdığından müzeyi ziyarete gelenler, eserlerden önce binaya dış cepheden uzun uzun bakıyor.
10 binden fazla parça sergileniyor
Müzede Pers hükümdarlıklarının ortaya çıkışına tarihlenen Antik Bölüm’deki eserler Medler ve Ahamenişler tarihi ile başlıyor. Ancak müzenin en zengin eserleri tarihöncesi bölümde yer alıyor. Kil, taş, tunç gibi eserler M.Ö. 7 bin yıllarına uzanırken, 10 bine yakın parça ziyaretçileri bekliyor.
1974 yılında Horasan-e-Razavi’nin kırsalında Fransız arkeologlar tarafından bulunan eserlerin 800 bin ile 1 milyon yıl kadar önceye ait olduğu ifade edilirken, bu Buzul Çağı eserleri İran’ın köklü geçmişini de gözler önüne seriyor.
Aslı günümüzde Louvre Müzesi’nde sergilenen Hammurabi Kanunları Yazıtı’nın bir kopyası yine İran Ulusal Müzesi’nde sergileniyor. Tarihsel bölümdeki en görkemli eserler Batı dünyasının Persopolis, İranlıların Pasargad dediği M.Ö.556 yıllarında Cyrus II tarafından kurulmuş Ahemeniş hanedanlığından kalma kazılardan getirilen Darius Sarayı parçaları olarak kabul ediliyor.
Ahemeniş Dönemi’nin ihtişamını yansıtan parçalar arasında II. Darius’un iki metre yüksekliğindeki heykeli, tabletler, pişmiş toprak ya da taştan eserler yer alıyor.
M.Ö. 648-330 tarihlerinde İran’da varlığını sürdüren Ahameniş İmparatorluğu’nun yanı sıra Selefkos İmparatorluğu (M.Ö. 330-150), Part İmparatorluğu (M.Ö. 250-226), Sasani İmparatorluğu (M.Ö. 226 – M.S. 650) eserleri müzede ziyaretçilerle buluşurken; İran’ın kuzeybatısında bulunan Zencan şehrinde gerçekleştirilen arkeolojik çalışmaların sonuçları da müzede aynı isimle anılan bölümde görülebiliyor. Yine aynı salonda 50 bin parçalık mühür ve madeni para koleksiyonu da bulunuyor.
İslam Dönemi Müzesi
1997 yılında bağımsız bir bölüme dönüştürülen müzenin ikinci bölümünde ise daha çok Kuran el yazmaları, minyatür, halı gibi ögeler dönemsel sınıflandırma ile yerleştirilmiş. İki büyük sergi salonunu da içeren müzeye adım atarken 1979 İran Devrimi’ni gerçekleştiren Ayetullah Humeyni ile kendisinden sonra göreve gelen ve hala ülkenin dini lideri olan Ali Hamaney’in fotoğrafları karşılıyor ziyaretçileri.
Hızlı bir turla yaklaşık 1,5 saati aşan sürede gezdiğim İran Ulusal Müzesi’nin bahçesinden çıkarken binanın mimarisini incelemeyi ihmal etmiyorum…
Falafel zamanı
Kahvaltının ardından geçen sürede hiçbir şey yemediğimden bulduğum ilk noktada karnımı doyurayım diye düşünüyorum. Genellikle yağlı ve görsel açıdan hoşa gitmeyen türlü yemek seçeneği arasında, otobüs duraklarının yanında yer alan büfeye göz gezdirirken herkesin ilgi gösterdiği köfteye benzeyen bir yiyeceğe takılıp kalıyorum.
Beden dili ile istediğimi anlatıp oturarak bekliyorum. Bir Arap yemeği olan Falafel, Arapların ve İranlıların dünyaya en çok tanıttıkları yemekleri arasında yer alıyor. Batı dünyası falafeli daha çok Türklere ait olarak zannederken, bu yanılgı Türkleri aslında Arap ya da benzer kültürün bir ögesi olarak bilmelerinden kaynaklanıyormuş.
Vejetaryenlerin köftesi olarak da bilinen falafel, nohut ya da bakla ezmesinin köfteleştirilmiş hali. İçerisinde yer alan otlarla bizdeki mücvere benzeyen kızartma, ekmeğin içinde yanında sos ve salata ile servis ediliyor. Turşu, toz biber, ketçap ve mayonezi de eklediğim falafelle karnımı doyurduktan sonra bu kez üzerinden hiç geçmediğim bir caddede başlıyor yürüyüşüm.
çantayı verirken parayı aldın mı en dipten….x
bunu merak ettim…
zaten sayrıklarını unttum bile
Yaşar Abi,
Cüzdanı ve telefonu çıkardım tabi. En büyük korkum çalınmasıydı biliyorsun 🙂
Selamlar…