Brüksel‘de bizi havaalanından şehir merkezine götürecek olan otobüse arkadaşım Tomek ile beraber biniyoruz. Otobüslere ön kapıdan adımınızı attığınız an şoför size Fransızca merhaba diyor. İlk bakışta şaşırtıcı da görünse Türkiye’de selam veren, merhaba diyen şoförlerle nadiren de olsa karşılaşıyoruz.
Arkadaşım Polonya vatandaşı ve Belçika’da öğrenci, ev arkadaşı Yannis ise Avrupa Parlamentosu’nda çevirmenlik yapıyor. 21 dil bildiğini söylersem bana inanır mısınız bilmem ama gerçekten 21 farklı dil biliyor. Ben bunu öğrendiğimde 21 tane dili ardı ardına sayamamıştım.
Otobüsle beraber çevreyi dikkatlice izlemeler başlıyorum. Şehir dışında yer alan havaalanından şehir içine doğru yöneldikçe fazla yüksek olmayan eski yapılar göze çarpıyor. Onlar haricinde Praktiker, Metro, Carrefour gibi çok uluslu şirketlerde bazı noktalarda bizdeki gibi büyük binalarda faaliyet gösteriyorlar.
Ocak ayının en yumuşak günlerini yaşadığını öğrendiğim Brüksel’de hava gerçekten ne soğuk ne de sıcak. Ancak güneşi görmek mümkün değil. Her an yağmur yağacakmış izlenimi veren hava Türkiye’den, hele İzmir’den gelen birini oldukça sıkabilir.
Yüksek dik çatılar ve kırmızı kiremitlerle binaların oldukça eski olduğu bir bakışta anlaşılıyor. 2. Dünya Savaşı’nın ardından hemen hemen fazla bir değişiklik meydana gelmemiş. Oldukça planlı ve standart bir görünümde olan şehirde nüfusunda arttığı söylenemez.
Dışarıdan cam kaplı devasa görünümüyle Avrupa Komisyonu’nun önünde, son durağımızda iniyoruz. Binanın üstünde oldukça büyük bir biçimde “Romanya ve Bulgaristan” Hoşgeldiniz yazıyor. Bizim bir türlü giremediğimiz topluluğa yeni giren üyeleri selamlayan benzer afişler her yerde karşımıza çıkıyor.
Sağa ve sola nereye dönerseniz dönün eşsiz mimarileriyle gözünüzü alamadığınız katedrallerden birine rastlıyorsunuz.
Diplomat Mahallesi olarak adlandırılan caddeye, Schuman metro istasyonunu geçerek giriyoruz. Avrupa Komisyonu ve birliğin diğer önemli temsilcilikleri bu çevrede olduğundan bu mahallede Belçika vatandaşlarına rastlamak mümkün değilmiş. Söyleneni kanıtlarcasına etrafta Japon, Leh, Türk, Eston, Yunan mutfağına özgü ürünler satan marketler çıkıyor.
Çevredekilere göre yeni sayılacak bir binaya adımımızı atıyoruz. Küçük bir Brüksel turu yapmadan önce bavullarımı bırakıp hafifçe dinlenmek istiyorum. Bu dinlenme ne kadar kısa sürerse o kadar iyi olacak. Vaktimi en iyi şekilde değerlendirmeye bakıyorum.
Brüksel’in kalbi Grand Place
Tekrar evden çıkarak metroya biniyoruz. Doğruca Grand Place’tayız. Grand Place Brüksel Belediye Başkanlığını da içinde barındıran meydanın adı. Burası Brüksel’in tam ortası. Bir başka bakışla Avrupa’nın kalbi bu meydanda atıyor.
Yeşil adına hiçbir şey göremezken bizdeki gibi kirli bir betonlaşma yok. Estetik unsurları üzerinde barındıran birbirinden şahane binalara bakarken başınız dönüyor. Hiçbiri gözünüzü yormuyor. Bizde biraz fazla beton görünce biraz yeşillik olsa da rahatlasak deriz. Burada böyle bir ihtiyaç yok…
Belçika geçmişte Afrika’daki sömürgeleri aracılığı ile kakao ve altın zengini olmuş. Çeşit çeşit Belçika çikolatası bu bolluğun birer eseri. Meydanda belediye binası dâhil neredeyse tüm binaların üzerinde altın kaplamalar var. Bizde benzer binalar olsa düşünemiyorum. Yağmalanır mı bilmem?
İşeyen Adam heykeli
Çevreyi izlerken Uzakdoğulu’dan tutun binbir farklı milletten turist grupları meydanda kafile olarak dolaşıyor. Meydanda biraz ilerleyip içerilere girince Manneken Pis’le karşılaşıyoruz. Rue de l’etuve ile Rue Du Chene’nin kesiştiği köşede yer alan tarihi 16. yüzyıla dayanan heykelcik işeyen adam figürünü temsil ediyor.
Tam olarak kim olduğu bilinmeyen bu çocuk hakkında iki adet varsayım varmış. Bunlardan ilki; şu anda heykelin bulunduğu sokakta küçük çocuk bir cadının evinin kapısına işemiş. Buna çok sinirlenen cadı çocuğu taşa çevirmiş. Bir diğeri ise çocuğu kaybolan bir adamla ilgili. Çocuğunu kaybeden bir adam iki gün sonra oğlunu heykelin bulunduğu sokakta işerken bulmuş. Bu anı sevincinden heykele dönüştürmüş.
18. ve 19. yüzyıllarda Fransız askerler tarafından çalınan heykel 1818’de tekrar yapılmış. Toplamda 5 defa çalınarak bir rekora imza atmış. Son çalınma hikâyesi ise Belçika’da bir öğrenci grubunun iddiası üzerine gerçekleşmiş. Turistlerin ellerinde fotoğraf makineleri ile heykeli fotoğraflamaya çalışması ve heykeli ilk gördüklerindeki hayal kırıklığı görülmeye değer bir görüntü oluşturuyor.
Çünkü ben de dâhil olmak üzere heykeli gören herkes heykelin küçüklüğü karşısında hayrete düşüyor. Önemli günlerde ve festivallerde giydirilen işeyen çocuğun 600’e yakın farklı kostümü varmış. Bunlardan Elvis Presley ve Mickey Mouse ise en dikkat çekici olanlarıymış. Yine bu festivallerde heykelden su yerine bira ya da şarap akıyormuş. Tüm turistler ellerinde bardaklarla heykel başında sıraya girip güzel bir anıyla dönüyorlarmış.
Fazla bir özelliği olmayan bu çocuk Brüksel’in en tanınan şahsiyeti olmayı başarmış. Ciddi bir turizm pazarlaması olduğunu da unutmamak gerekir. Bunla yetinmeyen Brükselliler bu heykelin kız sürümünü eğilmiş vaziyette işeyen bir şekle sokunca daha da ilginçlik katmışlar.
Aslında bu heykelin özgürlüğü temsil ettiğini söyleyen birçok Belçikalı da var. Sokaklarda özgürce dolaşıp istediğinizi yapabileceğinizi aktaran bir imgeymiş onlara göre.
Neyse diyerek meydan çevresindeki turlarımızı sürdürüyoruz. Sağda solda çikolata ve hediyelik eşya dükkânları görüyoruz. Çikolatalar ciddi anlamda pahalıyken en ucuza bulabildiğim işeyen adam figürü 2 Avro civarında.
Şehir içinde her yere metro ile gidebiliyorsunuz. Metro tüm Brüksel’i kare biçiminde sarmış durumda. Biraz daha dışarılara ulaşmak için tramvaylar ve belediye otobüsleri de hizmetinizde. Ayrıca şehirlerarası ulaşımın can noktası trenler.
Özellikle müzeye filan gitmenize hiç mi hiç gerek yok. Sokaklarda yürürken müzede yürüyormuşçasına hissediyorsunuz. Her şey o kadar eski ve oturmuş ki. Bizim sokaklarımızın her seçim dönemi kazıldığını düşünürsek bu sokakların en azından 50 yıldır bu şekilde olduğuna bahse girebilirim.
Brüksel Fransızca ve Flemenkçe’nin aynı anda kullanıldığı tek kent. Belçika’nın kuzeyinde Flemenkçe, güneyinde ise Fransızca konuşuluyor. Şehir genelinde tüm tabelalar iki dilde hazırlanmış. Metro ya da toplu taşımada hizmet verenlerin çoğu İngilizce biliyor ve yardımcı oluyorlar.
Sokaklarda en çok rastlayacağınız yerlerden biri de büyükelçilikler. Adını ilk defa duyduğum çoğu ülkenin büyükelçilikleri hep yan yana sıralanmış. Dünyada en çok büyükelçilik bulunan kent Brüksel’miş.
Brüksel Havacılık Müzesi
Yorgunluğa rağmen dolaşmaktan kendimizi alamıyoruz. Zaten birazcık zorlasam bütün kenti baştan başa kat edeceğiz. 2. Dünya Savaşı’nı temsil eden figürlerin bulunduğu Brüksel Havacılık Müzesi’ne giriyoruz.
Büyük bir titizlikle hazırlanmış bu müzede 2. Dünya Savaşı’na katılan ve Belçika topraklarında şöyle ya da böyle yer almış tüm ülkeleri temsil eden bir şeyler bulmak mümkün. Nazi Almanyasından Polonya’ya; Fransızlardan İngilizlere dek farklı milletlere ait tank, mermi, askeri kıyafet örnekleri ayrı ayrı sergileniyor. Avrupa’nın en büyük havacılık müzelerinden biri olan Brüksel Havacılık dönemin uçak ve tank teknolojisini asıl örnekleriyle gözler önüne seriyor. Brüksel’e adımını atan herkesin gezmesi gereken gerçekçi ve canlı bir tarihi örnek. Ayrıca Avrupa tarihi hakkında bilgi edinmek için de ideal.